Bejan Matur’un son kitabı hakkında
Savaş, bireyler arasında olup bitiveren bir olgu değildir. Bireyler arasındakine kavga diyoruz. Savaş en genel tanımı ile ‘kimlikler’ ve bu kimlikleri temsil eden veya temsil ettiğini düşünenler arasında vukuu bulur. Bu yönü ile bireyler üstü, kurumsal ve formel bir kavramdır. Özel bir neden yoksa veya savaşan taraflar savaşmak için ‘üst kimliklerinin’ öngördüğü nedenleri içselleştirmemişlerse veya inanmıyorsa, savaş neredeyse mesaiye dönüşür. Zamanı gelince devam eder ve biter. Savaş nedenleri içselleştirilse dahi insan kendi benliği dahilinde dünyaya ve kendine teorik bakmaya devam edemez. İnandığı değerler zamanla anlamsızlaşmış gibi görünmeye başlayabilir. Ya da birey tabiatının doğal bir sonucu olarak bezgin olmaya başlayabilir.
Türkiye’de yıllardır devam eden ‘şey’ bir avuç çapulcunun çıkardığı huzursuzluk ile iç savaş arasında her sosyal kesimin ‘görmek istediği’ şekilde adlandırıldı. Evinde yaşayıp büyüyen ve hiç savaşmamış olan biz ‘ölümlüler’ için tüm olup bitenleri televizyonumuzun ekranı kadar bir genişlikten izlediğimiz gerçeği bu kadar sığ düşünmemizin elbette en iyi açıklaması. Neticede bir dağın bir ucundan bir ucuna birbirine ölüm yağdıran iki taraftaki kişilerden değiliz. Bu yüzden ne birini ne öbürünü anlamamız mümkün değildir. Ateşi gören ile ateşten eli yanan ateşi aynı şekilde tanımaz.
İşte tam da bu noktada, Kandil’deki ve diğer ‘dağlardaki’ bireysel yaşamı, orada kalanların ve oradan ayrılanların gözü ile incelemek siyasal yönünün ötesinde, psikanalitik olarak insanların dağa çıkış nedenlerini sırf ekonomiye veya daha kolaycı yaklaşımlara bağlayan ben dahil bir çok kişinin bu dar perspektifini genişletmek ve bireyi dağa gönderen değil, dağa ‘zorlayan’ nedenlerin (elbette geçmişteki) anlaşılmasını sağlamak açısından çok isabetli bir çalışma olacaktı. İşte bu boşluk tam zamanında dolduruldu. Bejan Matur’un kitabı irdelediği birkaç gencin öyküsü ile siyasete hiç dokunmadan (dolayısı ile hiç kimseyi kızdırmadan), dağın bireysel yönünü çırılçıplak ortaya koyuyor.
Yöre insanı olarak kitabı çıkar çıkmaz ilk aldığımda, içindeki bir çok konuyu zaten biliyor olduğumu zannediyordum. Yani öykü iskeleti aynı olur diye bekliyordum. X köyündeki Y bireyi işsizlikten bunalıp, Z’nin yönlendirmesi ile bir anda dağa çıkıyor. Oysa formül böyle değilmiş. Aslında dağa çıkmış hiç kimsenin oturup da neden çıktım diye yazdığı veya konuştuğunu görmediğimiz gerçeğine rağmen, bu yörenin insanı olduğumuz halde öyle ezberletildiği için mevzu formüle inandığımızı bu yönü ile de bilimsellikten ve daha önemlisi insaftan uzaklaştığımızı kitabın ortalarına doğru anladım. İnsafsızlık ettiğimiz şey, altını tekrar çizelim; savaş, örgüt, devlet veya başka bir soyut varlık değil, eti ve kemiği olan, istekleri, anıları, heyecanları, umutları olan veya kaybolmuş olan insanlar…
Bir zamanlar bu insanları ‘cahil’ diye nitelendirirken, bazılarının ‘etkisiz hale getirildikten’ sonra Entelektüel birikimleri veya akademik kariyerleri ortaya çıkan bu insanları bu kez ‘kandırılmış’ diye yaftaladık. Oysa kitapta anlatılan olaylar enine boyuna anlatıldığı gibi ise (her halde yalan söylemeye kimsenin ihtiyacı yok) yine kitapta bahsedildiği gibi yaşananlar karşısında etnik kimliği Kürt olmayan veya örgütün teorisinden bihaber kişilerin bile dağa yöneldiği (yönlendirildiği değil) anlaşılıyor.
En azından kitapta konuşanlardan hiç biri de yaşadıklarından veya dağdaki hallerinden ‘keyif alıyor’ görünmüyor. Yine yöre insanı olarak inanmamız istendiği gibi kimse kana susamış değil. Çerçevesi belirlenmiş, şimdi itiraf edilen gayrı nizami harbi icra ediyor. Maalesef insanlar ölüyor, öldürülüyor veya daha karmaşık maniplasyonlarla verilmek istenen havaya göre öykü yazılmış ve yazılmaya devam ediyor.
Son zamanlarda kaynağını bilemediğim ancak çok önemli bir noktaya işaret eden bir söz vardı. Terörle değil, teröristle savaşılıyor. Adına terörist veya her ne denilirse denilsin, ‘malum olgu’ ile mücadele öldürülmek kelimesinden daha soğuk bir ifade olan ‘etkisiz hale getirilmek’ ile ölçülür oldu. Burada konu bu birimi icad edenler veya inanlar değil, savaş ‘bireye’ indirgendiği halde, bireyin bir türlü savaşa nasıl çıktığının anlaşılmak istenmemesiydi. Elbette hümanizma adına çıkıp da birey öldürmüyoruz, terör olgusunu hedef tahtasına koyduk nişan alıyoruz denmesini beklemiyor kimse. Ancak bugün Bejan Matur’un kitabının ‘yazılabildiği’ siyasi ılık atmosfer var olana değin, bu konuyu ‘halletmek’ adına yapılmış ‘bir çok şeyin’ korkunç tarihsel hatalar olduğunu itiraf etmek gerek. Daha kötüsü bu hatalar yöre insanlarına dahi öyle empoze edilmiş ki bir çok yöre insanı dahi inanamak istemiyor. Kötü bir benzetme olacak ancak tıpkı yarı ömrüne kadar inandığı ve neredeyse dinselleştidiği kutsal değerlerin (devlet, millet, vatan) aslında ‘insan eli ile’ tahrif edildiğini anlayarak ruhsal çöküntüye düşen dindar bir adamın hissi bu duruma çok benziyor. Buna Kürtler de Türkler de dahildir. Durum, bazı kitap ve filimlerdeki kolay anlaşılır dış mihraklı,misyonerli, CIA soslu komplolardan daha derin. Başkalarından bilmeye gerek yok, halayın başını ve sonunu tutanlar bu coğrafyada. Araya girenler elbette yabancılar olabilir.
Her çatışmada silahına sarılmış her iki taraf da, empati kurabiliyor. Hatta filimlere konu olduğu üzere karşı tarafta akrabasını, kardeşini vurabileceğini biliyor. (Bu durumu kitaptan anlıyoruz). Ama bulunduğu tarafta kalkıp karanfil atamayacağını da biliyor. Ölüyor… Ama biz televizyon haberi ile yetinen bilgi tüketicileri bunu anlayamıyoruz.
İyi kitaplarla üzerindeki perde kalkan gerçeklerin, iyi politikalarla gereğinin yapılmasını, bölgede kardeşliğin,barışın ve huzurun tesis edilmesini temenni ediyoruz ancak.