Tasavvufun ne olduğuna dair teorik yorumlara girmeksizin, bu uçsuz bucaksız denizin kendisinin ve mahsüllerinin günlük hayatımıza ne kadar girdiği sorgulanması gereken bir konudur. Nitekim tasavvuf da toplumsal belleğimizin tozlu raflarında en ulaşılmaz raflara yerleşmiş, adeta bulutlara ulaşmıştır. Evet paha biçilmez bir hazine olarak tasavvufi eserler kitaplıkların en yüksek raflarını hak ediyor. Ancak elimiz o eserlere yetişmiyorsa , o eserlere ulaşmaya çabalamak yerine mistifike etmeki eserlere yapılacak en büyük haksızlık bu olur. Çünkü o kalın kalın kitaplar biz ‘okuyalım’ diye yazılmıştır. Raflarımızda, ne kadar engin bir kültüre sahip olduğumuzu kitap kalınlığı ile ıspatlayalım diye değil…
Hepimiz karşılaşmışızdır. “Bu kitabı okuma”, “Bu kitapı okumak için kırk fırın ekmek yemen gerekir”, “Bu kitap şu kadar kısa sürede yazıldı”, “Bu kitabı elli kere okuyup hala anlayamayan var”. Gerçi sadece tasavvuf için değil bir çok alanda bu sözleri duyarız. Kitaplara ilgi duyan bir çocuğun bu sözleri duyduğunu düşünsenize; kitaplara ya da ilgi duyduğu herhangi bir konuya baştan pes eder. Hatta sıklıkla gördüğümüz gibi onlara düşman olur… Bir daha eline almaz.
Bu sözleri sarf edenler kendilerince bilgiyi kutsuyorlar. Oysa bilgiyi kutsarken, tabiri caizse harf, kitap ve yazar fetişizmi yapıyorlar. Bunun tam adı ezoterizmdir. İslam ise ezoterik değildir. Hadis-i şerif; “İlim Çin’de bile olsa gidip alın” buyuruyor. İlim Çin’de, yahu bu Çince’yi kim öğrenecek şimdi, Çin’e nasıl giderim, onlar zaten müslüman değil, onlardan ilim alırsam sapıtırım demiyor. Ama biz birinin elinde kitap gördüğümüzde, sosyal referanslarımız “oku” dememiş ise o kitabı en iyi ihtimalle “gereksiz” buluyoruz. Oysa “İkra” ayet-i celilesi kat’idir. “Filanca yayınevini okumayın” demiyor. “Oku” diyor. Ümmi peygamberimize ve aslında okuma yazma bildiğini zanneden oysa ümmi olan biz insanlara. Nitekim okuma yazmayı menfaat boyutundan yani okul bitirme, iş başvurusu yapma ve resmi işlemlerde kullanmak dışında bir de tabelaları okumak için kullanıyoruz. Bu da bir tür ümmiliktir, okuma yazma bilmezliktir.
Elbette “zor” kitaplar var. Kimisi konusu gereği kimi ise yazıldığı dilden ötürü zordur. Bir de yazarının, en doğal hakkı olan kişisel üslubunu inşa ederken kullandığı bilinçli zorlaştırma vardır. Zor eserler çoğu kez kıymetlidir de. Ama zor oldukları için değildir. Bize çok zor gelen bir el yazması Osmanlıca veya Arapça eseri gazete okur gibi okuyabilenler vardır. Kıymetin özü eserin mana boyutundan gelir.
Konusu tasavvufu daha erişilebilir kılmak olan bir yazının kitaplarla ilgisi ne? Basit. Geçmişten günümüze tasavvuf ve diğer (b)ilimleri anlatan, onlar üzerine düşündürten, tek okumalık değil başucu kitabı olan binlerce eser mevcut. Ancak biz hepsine ortak bir zulmü reva görüp bu eserlerin yazarlarının kemiklerini sızlatıyoruz. Okumuyoruz. Tasavvuf bu noktada daha da mistifike olup, “menkıbe ilmi” ya da “hikaye ilmi” haline getiriliyor. Ya popüler gençliğin elini süremeyeceği kadar ulaşılmaz kılınıyor ya dizilere konu olacak kadar basit bir anlayışa kurban ediliyor. Düşünün, tasavvuf denilince ya Hint fakirlerini andırır, pitoresk bir imge çağrıştırıyor ya da Hayyam’dan, Nedim’den (tasavvufla ilgili olmalaslar da) İslam’ın önermelerini hafifleten, daha çok fan mantığında, yaşamak için değil de takım tutar gibi olan bir tasavvuf imgesi çağrıştırıyor. Asıl olması gerektiği gibi kaynağından yani kitaplardan, katıksız bir tasavvuf imgesi pek oluşmuyor. Bu da kitapların veya yazarlarının suçu değil, hedef kitle olarak düşünülen güya “okur-yazar” olan bizlerin suçu elbette. Çünkü ulaşamadığımız ciğere “zor” diyoruz.