Sürekli olarak daha fazlasını istemek, kutsanıyor, destekleniyor hatta mecbur bırakılıyor. Herkesin her şeye sahip olduğu ve kimsenin mutsuz olmadığı ütopik bir dünya hayal ediyoruz. Oysa iktisadın ilk kuralı ‘kaynakların sınırlı olduğudur’.
Bu yüzdendir ki genellikle biz tok uyurken komşumuz aç yatıyor. Belki birebir komşumuzun kaynaklarını tüketmiyor olabiliriz. Bu zaten hırsızlık olurdu. Ancak kuvvetle muhtemel biz istemesek de birilerinin komşusunun kaynakları bize akıyor. Yine başka birileri de bize gelecek olası kaynakları tüketiyor olabilir. Özetle, gelir dünyanın pek az yerinde adil dağılıyor. Ama hiç bir yerinde mutlak olarak adil dağılmıyor.
Sonuç: Dünyada obezite için harcanan para ile Afrika’nın hatırı sayılır bir kısmının doyurulabileceği söyleniyor. Dünya sağlık örgütüne göre obezite kanserden bile daha tehlikeli olmak üzere. Afrika’da açlıktan ölenler düşünülmediğinden, şimdi birileri aşırı tokluktan ölmeye başlıyor.
Burada en az suçlu olan obezler… Obeziteyi tetikleyen, yediğimiz içtiğimiz her şeyin içerisine ‘şeker’ katarak bir sonraki satın alma davranışını garantiye alan gıda endüstrisi ya da ‘şeker lobisi’ en büyük suçlu. Araştırmalar kişi başına şeker tüketiminin 19. yüzyıla göre hemen hemen 3 kat arttığını söylüyor. Şekerin ise sağlığa zararları için interneti şöyle bir araştırma yeterli.
Biraz klişe kaçsa da ‘kapitalizm eleştirisi’ okumaya hoş geldiniz. Kapitalizmin şeytanlaştırılmasının doğru bir teşhis iken, çözümün tek kelime ile ‘Sosyalizm’, ‘İslam’ ya da başka bir çatı olmadığını onlara inansak da kabul etmemiz gerekiyor.
İnsanlara çözüm önerileri sunan doktrinlerin tok karına yutularak hastalıklara şifa veren ilaçlar olduğunu düşünmemeli. Kuşkusuz bu doktrinler insanların iyiliği için genellikle ‘yaklaşımlar’ bazen de açık ‘filler’ sunar. Sözgelimi İslam’da zekat farz’dır. Cimrilik ayet ve hadislerle yerden yere vurulur. Hatta ihtiyaçtan fazlasını tutmak bile en hafif tabirle ‘tehlikeli’dir.
Oysa İslam ülkesi olmanız ya da toplumun muhafazakar olması insanların İslam’ın değerli ilkelerinden biri olan ‘zekat’ı, komşu hakkını gözetmeyi, dünya malına tamah etmemeyi garanti etmez. Başka bir deyimle doktrinler sihirli değnekler değildir. Sosyalizm için de benzer şeyler geçerli. O geldiğinde cennet başlamıyor. Bunun örneklerini kuzeyimize ve güneyimize bakarak net bir şekilde görebiliriz. Biraz da kendimize bakarak tabii..
Özetle, doktrinleri taktığımız şapkalara benzetirsek onları takmak bizi formel olarak o doktrinin temsilcisi kılabilir ya da tutumlarımızda bazı değişiklikler yapabilir. Ancak bir şeylerin değişmesini istiyorsak onlara ‘inanmaktan’ ya da başımıza tac etmekten fazlası gerekli. Doktrinleri kollektivist düzlemden bireyci düzleme birazcık çekmek onların gerçekten sonuçlarını görmek bağlamında değerlidir.
Örneğin inandığımızı iddia ettiğimiz şeyleri gerçekten okumaya başlamak iyi bir başlangıç olabilir. Aman, bunu gazeteleri veya sadece günümüz yazarlarını okuyarak yapmayın. Bu yazılan devasa literatüre haksızlık olur. Sözgelimi, Gazali’nin İhya-ı Ulum-ud Din adlı kıymetli eserini okurken ‘dünyalık’ ile ilgili bahislerde en şaşırdığım şey İslam’ın aslında sert bir minimalizm önerdiği, gereksiz olan hiç bir şeyi edinmemeyi, azla yetinmeyi, zenginliğin ‘yük’ olduğunu, esasın ise ‘metadan ari’ bir zihne sahip olmak olduğunu önerdiğini öğrendiğimde şaşırmıştım. Bunu öneren Gazali değil, onun aktardığı ayet ve hadisler ve yorumlar. En son kendi yorumu…
Bu neredeyse servet düşmanlığı gibi gözüküyor. Evet İslam servet düşmanıdır vakta ki servet başkalarını unutturuyor, tüm varoluşu metaya hapsediyorsa. Zengin olmak haram değil. Ama ona gark olmak şiddetle eleştiriliyor. Zengin olanlardan ise ‘infak’ etmeleri isteniyor.
Ancak bu literatürü, -‘ramazan müslümanı’ medyamız kusura bakmasın-, iftardan önce on dakika dinleyerek ‘hakkıyla’ öğrenemeyiz.
Zaten ‘servet eleştirisi’ kapitalist bir sistemde kaynağı Allah’ın emirleri bile olsa mümkün olduğunca ‘soft’ hale getirilir. İşte başkası kazanacağına, iyi insanlar kazasın vs…rasyonalizasyonları. ‘Ya da zekatımı da veririm, Iphone’umu da senede bir yenilerim’ durumu.
Asgarinin icrası ile azaminin sağlanıyor olduğu vehmi.
I. ve II. dünya savaşını, ve çıkmak üzere olan adı konmamış ve belki de konmayacak olan III. dünya savaşını çıkaranlar Afrika’da ya da Asya’nın uzak noktalarındaki ilkel kabileler değil, eskimolar değil.
Savaş ‘kuzey yarım kürenin günahıdır’
Bazı düşünürler savaşların ‘tek tanrılı dinlerin’ insan psikolojisindeki egemenliğin tekilleşmesi ile ilgili olduğunu düşünüyor. Herhalde fazla genelleme olmuş. Biraz önce kuzey yarım küre genellemesi gibi…
Bir kere de aktörler yani atıf yapmaktan çok zevk aldığımız dış mihraklar, ‘şanlı geçimimizi’, tarihi karakterler ve düşünce ve inançlar komünizm, sosyalizm, kapitalizm, dinler, partiler vs. yerine değişimin hemen bugün bireylerin içerisinden başlaması gerektiğini ve bunun tek genellenebilecek tarafının bilginin içselleştirilmesi ya da bizleri ‘kitap taşayan merkepler’ yerine ‘akl-ı selim insanlar’ yerine çevirmeyi başarabilecek bir eğitim olduğunu söyleyen var mı?
Kutsal kitapları tahrif edebilme yeteneğine sahip ‘uzak atalarımızın’ çocukları olarak bugün onları hiç değiştirmeden bile ‘işimize geldiği gibi’ inanma yeteneğimizin olduğunu biliyor muyuz?