Bizler; Türkiye’ye vatandaşlık bağı ile bağlı olan her bireyi “Türk” kabul eden anayasamıza göre Türk olarak (ırksal olarak değil) “Kuzey Irak”, “Kuzey Iraklı” gibi kavramlar yaratıp bu bölge üzerine duygusal davranmaktan öte herhangi bir politikaya hiç biz zaman sahip olmadık.
Bir zamanlar “Kırmızı Çizgiler” vardı. Şu an ise esamisi bile okunmamakta.
Mesut Barzani denilince aklımıza ne geliyor “Kırmızı Pasaport”. Medyadan tutun da sokaktaki adama kadar her kes Mesut Barzani denilince “Türkiye’nin ona verdiği kırmızı pasaportla şöyle yaptı, böyle yaptı“ diye diye bitiremiyor. Bunu biz “ekmeğimizi az mı yedi” mantığı ile yorumluyoruz. Hatta bununla övünüyoruz. Oysa bu durum Türkiye’nin diplomatik gücünün hala “aşiret reisi” olarak anılan Mesut Barzani tarafından akıllıca kullanılmasından başka bir şey değildir ve maalesef Türkiye için övünülecek bir husus da değildir.
Hacete gelelim: bugün bizim adını haklı olarak telaffuz etmemek için ihdas ettiğimiz “Kuzey Irak” olarak tesmiye edilen yer artık ABD’nin (sonradan özür dilese bile) gözümüze soktuğu haritalarda artık “Kürdistan”. Gerçi ABD’ye de çok görmemek gerek Türkiye’de bile bazıları da bastırdıkları ajandaların arkasına “yanlışlıkla” Kürdistan haritası koyuyorlar. Yine bizim kırmızı pasaport verdiğimiz ve “aşiret reisi” nickname’si ile tanığımız Barzani mevcut bölgesel yönetimin başkanı, diğer bir “aşiret reisi” tanıdığımız “Celal Talabani” ise Irak Cumhurbaşkanı. Hakeza bir zamanlar uydurma dil dediğimiz Kürtçe ise sadece Kuzey Irak’ta değil tüm Irak’ta 2.resmi dil olarak kabul edildi. Yani bu anayasal geçerliliği olan uydurma dil ile tüm Irak’ta 2. devlet dili.
Kürt milliyetçiliği ve bağımsızlık hareketinin takriben bir asırdan biraz daha fazla olan kısa geçmişine rağmen bugün özellikle Irak’ta sahip olduğu kazanımlarını iyi analiz etmek gerekiyor. Kabul etmek gerekir ki Türkiye’de bu meselenin çözümündeki zahiri analizlerin öztesellici ve ihmalkâr, günükurtaralımcı ve çarpık olması bugün bu yazı da dâhil olmak üzere sorun üzerine tüm kafa yorma fiillerinin ana nedenidir.
Öztesellicilik kavramı bizim birçok meselemizde kullandığımız metottur; Sorun olarak kabul edilen konunun aslında var olmadığı bunu hep birilerinin kaşıdığını hep daha önemli sorunların var olduğunu yazıp çizmek veya söylem haline getirmek bu metodun ürünüdür.
İhmalkâr ve günükurtaralımcılığın kökenini zaten biliyorsunuz.
Çarpık analizler hakkında ise bugün bazı ulusal gazetelerde sayfaları süsleyen bazı yazarlar Kuzey Irak konusunu tamamen duygusal boyutlara taşımakta Kerkük vurgusunu ise “kaptırdığımız bir toprak” olarak incelemektedirler.
Kerkük Bizim Midir?
Lütfen bu paragrafı okumadan evvel konu üzerine rasyonel düşünüldüğünü ve bu sorunun bir şüphe yaratmak için değil iyiliğimiz için sorulduğunu bir kez daha hatırlayın.
Bir toprağın herhangi bir millet veya devlete aidiyeti için o toprak parçasının bir aidiyet nedeni olmalıdır. Yoksa Türkiye’den Kamboçya bizimdir ya da Paraguay bizimdir dediğiniz zaman doğru söylüyor olma ihtimaliz ortaya çıkar.
Kerkük Bizimdir söyleminin ya da Kerkük’ün bir şekilde bize ait olması veya bizim güdümümüzde olması inancının kaynağında Kerkük’ün olası aidiyet nedenleri:
- Tarihsel
- Jeopolitik
- Demografik ya da
- Politik
Olarak sıralanabilir. Türkiye’de bu olası aidiyet nedenlerinin genelde tamamı hiçbir bilimsel bakış açısına tabi tutulmaksızın kullanılır.
Bu aidiyet nedenlerinin tamamen bizim lehimize olması beklenemez, nitekim bu durumda olan her toprak parçası bugün artık “Türk toprağı” dır.
En çarpık analizler ise tarihsel aidiyet nedenlerinden bahsedilirken yapılmaktadır. Tarihçiler Kerkük’ü kendi görüşlerine göre her yere bağlayadursunlar kimse analizi için sadece saf aklın bile yeterli olduğu şu sorun üzerine eğilmez: Bir toprağa (ülke olarak değil tartışmalı coğrafik bölgeler olarak) uzun yıllardan beri sahip olmak o toprağın mülkiyetinin doğal hakkını doğurur mu? “Doğurur” cevabı bize Osmanlı İmparatorluğunun asırlardır sahip olduğu topraklara mesela Balkanlara, Irak’a, hatta Kuzey Afrika’ya “bizimdir” deme hakkını doğurur. Şu an sayılanların hangisine “bizimdir” denilebilir? Eğer “bizimdi” denilecek olursa daha totolojik bir durum ortaya çıkmaktadır. Bir toprağın bir şahıs aidiyet zamirine atfı illa ki emperyal çağrışımlar yapmaktadır. O zaman Osmanlı İmparatorluğu 19. yy Batı Avrupa’sındaki anlamıyla emperyalist miydi? Bunun doğal cevabı da “hayır” olduğuna göre Osmanlının fetih yaparken “ora bizim olsun bura bizim olsun” misyonu ile savaşmadığı ortaya çıkar. Bu yüzdendir ki Avrupa içlerine kadar giden Avrupa tüm Avrupa’yı Müslümanlaştırmamıştır. Demek ki Osmanlı İmparatorluğu sahip olduğu topraklara farklı bir misyon ile bakmaktaydı.
Tarihsel malikiyetin doğal mülkiyet hakkını doğurduğu inancının bir açmaz’ı da kıdem ya da ezelilik boyutundadır. İstanbul’un bir zamanlar ve uzun yıllar Osmanlı’ya ait değil Bizans’a ait olduğu, bugün artık siyasal olarak da sahibi olduğumuz toprakların bazılarının kendilerine göre eski sahiplerin olduğu gerçeği de aynı kişilere tarihsel statüsünden dolayı bizimdir deme hakkı doğurmaz mı?
Demografinin aidiyet nedeni olarak değerlendirilmesi
Çok tartışılan aidiyet nedenlerinden biri olan demografinin(nüfus yapısının) bir toplumun yaşadığı toprak üzerinde aidiyet hakkını doğurması tarihsel geçmişin doğal etkisi olarak pratik bir enstrümandır. Daha açık ifade ile “kim nerede çok ise o oranın sahibidir” şeklinde avamileştirilebilecek olan bu mantık artık güçlülerin manipülatif etkisinin altında olduğundan aidiyet nedenleri olmaktan çıkmıştır. Saddam Kerkük’e Arap nüfusu ihraç etti, Kuzey Irak yönetimi ise Kürt nüfusu ihraç ediliyor. Hepsi bu manipülasyonu ülke içinde yerlerinden olmuş kişilerin (ÜİYOK) geri dönüşüşü şeklinde meşrulaştırıyorlar(dı). Demografik manipülasyon yapma imkanı olmayan Türkmenler ve Türkiye ise haklı olarak tarihi nüfus kayıtlarına atıf yaparak kendilerinin Kerkük’te yoğun olduğunu vurguluyorlar. Açıktan bizimdir demeyen ABD ve diğer “merkez ülkeler”(uluslar arası politik anlamda) en akıllıca hareketi yaparak Kerkük’ün sahibi olma etiketini en akıllıca şekilde birilerine yapıştırıp, esas amaçlarına bakıyorlar.
Dolayısıyla demografi de savaş halinde açıklayıcılık vasfını yitiriyor.
İngiltere Tren Garlarında Hırsızların astıkları bir tabela
İngiltere’de “Hırsızlara karşı dikkatli olun” diye tabelaların asıldığı otogarlardan bahsedilir. Güya bu tabelaları hırsızlar kendileri astırırlarmış. Amaç basit; bu tabelayı okuyan yolcular “cüzdanım çalındı mı?” diye cüzdanlarını yokladıklarında köşelerden bakan hırsızlar kurbanların cüzdanlarının hangi cepte olduğunu anlama zahmetinden kurtulup daha güzel iş yapıyorlarmış.
Şimdi ABD’nin Kerkük kimin olacak diye astırdığı tabela Kurbanların ceplerindekilerini araklamadan önce ABD’nin bizim meşhur İngiliz Gar hırsızlarının yaptığı gibi güzel bir yoklama taktiği.
Anlaşılması gereken şu: Esas Sahip olan ABD her halde Kerkük’e ABD bayrağı veya ABD’nindir yazan tabelası astırmayacaktır. Birilerine bayrak astırıp hem kendini hem de seçtiği en akıllı olanı ihya edecektir. Olan ise yolculara olacaktır.
“Kerkük’ü Petrol için istiyoruz” deme cesareti
İşte bu Kerkük’ü emperyal amaçlar için istemek demektir ki Türkiye’den bu cesareti gösteren kişilere aidiyetin nedeninin jeopolitik olabileceği anlamına gelir. Bu tez ise günün birinde ABD’nin ya da başka bir ülkenin güneydoğu petrolleri ya da Fırat’ın suyu için Türkiye’nin bazı bölgelerine “bizimdir” deme hakkı doğurur.
Halen “Bizimdir” diyerek başlamak…
Buraya kadar anlatılanlar her halde ülkenin selameti için politika yaparken ya da herhangi bir vatandaş olarak kahvehanede düşünürken bizlere “şurası bizimdir burası bizimdir” demeden önce bin kere düşünülmesini salık vermiştir.
Her halde etkin ve başarılı bir strateji yeni yüzyılda artık “ne yapmalı” diye başlayarak ve “stratejik derinliğe” sahip olmakla mümkündür.
ABD ordusu ile Bush ayrı tellerden çalabilirler ama dünya kamuoyu bunu duymaz duysa bile bunu “çatlak” olarak yorumlamaz.Ya da kimse ABD’de ordunun siyasete karışıp karışmadığı hakkında karın ağrıtıcı analizler yapmaz.
Türkiye gibi bir ülkeye yakışan karar vericiler “iç politika kaygısına” ya da “klişeleşmiş inançlara” bağlanmadan tüm makamlarca efektif politika yapmaktır ve fikir ayrılıklarını “basına kapalı” kapılar ardında bırakıp dış politikada sinerjik hareket etmektir.
Bazen taban bazen muhalif grup bazen kararsız grup olarak basit bir iç politika enstrümanı olan biz vatandaşlara düşen ise her ne kadar doğrudan politika yapamasak da kamuoyu ve sivil toplum olarak adlandırılan sözü geçer iki pozisyonumuz ile ülkeyi ve ülkeyi yönetenleri Kuzey Irak meselesi de dâhil olmak üzere çarpık analizlerden uzak tutmaktır.
Bunun anlamı şudur PKK’ya destek veriyor diye görüşmekten kaçınılan Kuzey Irak’la görüşmek “bu ülkenin iyiliğine olabilir” nitekim karşıda duran PKK’nın kendisi değildir. Şayet destek veriyor denilirse PKK’ya ABD’den daha büyük desteği kim veriyor diye cevap hazırdır. Hakeza Suriye de bir zamanlar destek verirken bugün desteğini en azından eskiye oranla geri çekmiştir. Bunun yanında masada çözülemeyen sorunların nerede çözüldüğü de malumdur. Bir savaşa karşı Türk halkı her zaman hazırdır ancak kabul etmek gerekir ki şu anda;
Kerkük Çanakkale değildir.
Türkiye’nin şu anda Kuzey Irak’a karşı olan eli stratejik bir biçimde kullanılırsa, savaş ya da gerilim yolu ile elde edileceklerden çok daha fazlası elde edilebilir.
Ancak sağduyulu bir yaklaşımla Türkiye’nin Kuzey Irakla görüşmesini hep bir ağızdan “hadi görüşülsün, hadi görüşülsün”demek de sığ görüşlülük olacaktır. Çünkü bazen “görüşmüyoruz” ya da avami tabirle “işim olmaz” politik söylemi de etkili bir diplomasinin ön çalışmalarıdır.