Çıplaklık olgusuna yüz kadar dayanıksız başka bir organ yoktur nitekim hiçbir zaman kendi haliyle yani çıplak gözükmez illa giydiği, kendince açıklarını kapattığı bir poza girer. Kimi yüzler sertlik giyitsisi ile ardını örterken, kimi yüzler yumuşaklık kıyafetini giyer. Siyah veya beyaz bir elbise giyer gibi. Elbette karmakarışık, siluetler de vardır ve bunlar da belirli yüz kıyafetleridirler. Hele vesikalık fotoğraflarda çıplak yüz dediğimiz kavramı bulmak imkânsızdır. Elbette bir marifet değildir çıplak yüzlü olmak veya hiçbir çehreye bürünmemek, ancak kolay da değildir.

Bireyin ruhunun haritası veya bazen indeksi olan bir varlık olarak yüzün girdiği pozisyonlar bireyin aslında kendini ne olarak kabul ettiğini, benliğine yakıştırdığı sıfatları da çağrıştırır. Bireyin kimliği olarak özetlenecek karmakarışık mekanizmanın dışa vurumundan başka bir şey değildir yüz. Kimlik ise en az yüz kadar anlaşılması güç bir kavramdır. Her şeyden evvel insana matuf bir kavram olduğundan bireyin en objektif halinde bile kimliği hakkında reel davranması neredeyse olanaksızdır.

Kimlik nedir? Etnik köken mi, bireyin dini mi, ideolojisi mi, kültürü mü? Yoksa bunların karışımı mı?

Cepte taşınan kimlikler üzerinde kişinin ayırt edici özelliği olan niceliksel bilgiler olan adı, soyadı, doğum yeri vb. özellikler yanında dini de yazar (ülkemizde). Bu ibarenin kimliklerden kaldırılacağı hakkındaki haberlere karşı verilen reaksiyonların sahiplerinin ceplerindeki kimlikte yazan özelliklerden biri olan dinin o kimlik sahibi için ne derece özel duruma geldiği hatta o bireyin ismi, soyismi gibi bilinçaltına çakılı olduğu gerçeğini ele vermektedir. Bu çok önemli bir psikolojik sırrı açığa vurmaktadır aynı zamanda: Bireyin kimliğini inşası sırasında kullandığı malzemelerin çeşitliliği, bireyler arası kimlik çatışmalarının ve neyin kimliksel neyin kitlesel kabul edileceği sorusunu da beraberinde getirmektedir.

Yüz meselesine geri dönelim: Bireyin yüzünün çıplak olduğu bir zamanı belirtmeden geçemeyeceğiz. Kişiler yüzlerine giydirdikleri siluetleri hiç şüphesiz dış dünyaya karşı üretirler, hiç şüphesiz kişinin içindeki değer yargıları bile birey yalnız başına kaldığı zaman virtüel bir dış dünyayı temsil eder. Dolayısıyla kişi aklı başında iken yalnız kalsa bile ruhen yalnız kalamaz buna göre yüzü yine çıplak olamaz. Ancak uyku durumu kişinin yabancı bir varlık olarak kendi özbenliğinden bile kurulduğu gerçek bir yalnızlık anı olarak yüzün çıplak kaldığı yegâne andır. Ölüm de bu anlardan biridir ancak ölümü bu duruma dâhil edemeyiz nitekim ölüm yaşamsal değerlendirmelerinizin dışında bir alan olarak kimliğin yok olduğu bir andır. Bundandır ki kardeşinize veya bir dostunuza kızsanız bile onu uyurken gördüğünüzde yüzündeki anlamsız ifadeden yani çıplaklıktan dolayı ona karşı bir merhamet duyarsınız. Yine bundandır ki eğer rastlamışsanız en zalim insanların bile ölmüş hallerinde çekilmiş siluetlerinde bir masumiyet vardır.

Kimliğin henüz en kötü ihtimalle özbildirimi bile henüz var olmadığından dolayı insan yaşamındaki kimliksiz bir çağ olan bebeklikte de yüz çıplak olduğundan (elbette sadece bundan değil) bir masumiyet vardır. Ve bu masumiyetin kaynağı bahsettiğimiz kimliğin yüzü terk etmesi hususu olacaktır ki bebekler kadar uyumakta olan yetişkinler de masum ve saf görünürler.

Bahsettiğimiz masumiyet bürünülmüş bir hal olarak değil de bakir bir ruh halini ifade eder, yani beyaza boyanmış bir duvar değil de hiç boyanmamış bir duvar gibi metaforize edilebilir. Dolayısıyla insanların çıplak iken yüzlerindeki bu masumiyeti özlerindeki saflığa bağlamak ancak mitolojik bir yaklaşım olur. Bu durum insanın özünde ne olduğunu ifşa etmekten çok insanın öyle veya böyle bir şekilde var olan özünü sarmaladığı suni fakat zaruri bir kabuk olarak kimliğinin dış dünyasına yansımasını ve bunun feed-back (geri dönüşüm) sürecini hatırlatır.

Davranışsal imza olarak kimlik:

Kişiyi diğerlerinden fiziksel olarak ayırt eden ve kendi inisiyatifi dışında verilmiş ismi gibi, onu diğerlerinden ruhsal olarak ayırt eden ve kısmen de kendi inisiyatifinde olan kimliği vardır. Kimlik kişinin isteyerek inşa ettiği unsurlar ile zaten sahip olduğu vasıfların toplamı olan bir kavramdır. Kimliği kişiden bağımsız, sadece onun dıştan görünüşü olarak nitelendirmek ne kadar yanlış olacak ise kimliği tamamen sahibinin inşa ettiği bir mekanizma olarak görmek o kadar yanlıştır.

Buna rağmen kimlikler genellikle sahiplerince, kendilerinin inşa ettikleri mekanizmalar olarak veya en azından bir şekilde sahibinin bilinci ile direkt bağlantılı vasıflar olarak görülürken dışarıdan ise o kişinin herhangi bir özelliği olarak kabul edilme eğilimindedirler. Hakkı Bulut’un “Ben Buyum sevdiğim…” şarkısı ironik olarak bu gerçeği ifade etmektedir; yani avami tabirle, ben bu kimliğe sahibim (böyle nitelendiriliyorum veya böyle olmayı ben istedim) kabul edersen et, etmezsen etme.

En sonunda kimlik kavramının oluşma sebebi olarak dış dünyayı kabul edebiliriz. Ötekilerinin olmadığı yerde kimliklerin de oluşmayacak, kimlik kavramı yerini salt ‘vasıf’ kavramına bırakacaktır. Meziyetler keskinleştirilmediği gibi, kötü özellikler bilinmeden kalacaktır.

Kimlik tanımını yapmakta geç kaldıysak da; kimlik üzerine yazan herkesin yaptığı gibi kimlik kavramı hakkındaki kişisel tanımımızı başta yapmadık. Kimlik üzerine yazılanlar zaten kimlikten ne anladığımızı yeterince ifade eder.

Post-Modern yaşamın kaybolan kimlikleri

Postmodernizm değil daha modernizm devrinde individüalizm (bireycilik) kişileri toplumun bir parçası olarak değil toplumu kişileri oluşturduğu bir yapı olarak vurgulayarak birey-merkezli bir yaşam anlayışı ile bireylerin hayatın birçok anlamında topluma olan aidiyet bağlarını zayıflattı. Desosyalize edilen birey yukarıda belirttiğimiz gibi topluma karşı inşa ettiği ve üzerinde özenle durduğu bir kavram olarak kimliğini, artık toplum diye bir varlığı tanımadığı için silip attı. Toplum kelimesi onun için yığın veya sürüden başka bir anlam ifade etmiyordu artık. İşte bu zamandan sonradır ki en büyük tarihi olaylar, başarı ve kahramanlıklar sadece bireylere atfedildi, tarihte artık birçok şey o tarihin sahibi millete değil sadece bir kişiye atfedilir oldu.

Mitolojinin konusu insanın doğasından bir türlü silip atamadığı biz değil beni daha sıkça vurgulayan efsanelerin bugünlere milletlerin ortak ürünleri olan efsanelerden daha güçlü bir biçimde yetişmesi bile insanlık tarihindeki en büyük toplumsal sistemlerin bile sadece ortak huzur amaçlı bile olsa sonunda yine bireysel menfaatlerin toplamı olduğunu aslında gerçek bir toplum kavramı ve etiğinin istisnalar dışında hiçbir zaman tam olarak var olmadığını ortaya koyar.

İşte modernizmden sonra birbirlerinin külüne muhtaç olmayan bireyler arasında kopan bağ tarihin en olmadık anında insanlığın nostaljik hayali olan modern toplum hayalini suya düşürmüştür.