At gözlüğü işle görebilecek kadar da olsa görmeye” hasret, bir kör gibi de olsa duymaya helak edici bir özlem duyan ve yakalayabildiği “kut-la yemut” ışığı da yaymaya çalışırken bir mum gibi eriyen sonra da lambanın icadıyla bir kenara atılan. garipler de- isteye istemeye söylüyorum- dahil olmak üzere yerküre(ve bilgiküre) üzerindeki her “yerli”, hatta globalizmi daha hiç duymamış olan köydeki çobanını da dahil etmek gerekir herkes satranç tahtası kadar dar da olsa milyonlarca manevra imkanı var gibi gözüken “varoluşun anlamı” hikayesinin kulaklarımıza milyonlarca kez haykırarak söylendiği şu dünyada ayağına pranga bağlanmış bir güvercin gibi özgürlük zannıyla fakat mahkum olarak, kendine verilen rolleri ve kutsal kitaplardan ve mistik itaat ettirme yöntemlerinden çalınmış metaforik vicdani vazifeleri yeni bir din gibi seve seve uygularken yine de bu dinde adı hiç geçmeyen küçük şeytanın işidir herhalde: yalnızlaştırılmış birey kendini kaybediyor ve bilinçaltındaki kadim gnostik dualizm geleneğini terk edip, evet bu dini monoteistleştirerek bir tek ilaha inan(dır)ılıyor ve yine o ilahın mabetlerine istese de istemese de kendi ayağı ile gidiyor ibadetini yapıyor kalbi kirlerden, cüzdanı ve kredi kartıysa paradan arındırılmış olarak evine dönüyor, mükafat olarak aldığı nesne çoğu kez hatta bilgi de olsa, sevgilisine armağan edeceği kırmızı bir gül de olsa nihayet “piyasa için seri ve özensiz” üretilmişliğin o kötü kokusunu üzerinden atamıyor, “mal” statüsünde olmayı koruyor ve hikaye yine kelimeleri sık sık değiştirilse de hiç değişmiyor; Arz-talep, topluma hizmet vs. vs. derken dünyanın unutulmuş kenarlarında okuma-yazmayı hala sihirli bir güç olarak görüp de öğrenemeyen insanlar aynı kalıyor. Antropologlara araştırma malzemesi olmalarını saymazsak tabi…

Ne var ki hiç kimse üzülmüyor. Sadece protesto ediyor karşı çıkmakla yetmiyor. Memleketin(artık dünya için böyle diyebiliriz), bu hallerine neredeyse ağlayacak kadar ileri giden buna rağmen freudyen bir mütevazılıkla kalkıp bu halini de bilinçaltına atılmış, psikolojik sıkıntılar olarak nitelendiren kişilerse “deli” olarak nitelendiriliyor. Sonra bildiğiniz gibi binleri jandarmalığa soyunuyor. Hatta bir mitik yeryüzü tanrı(ça)sı olmaya özeniyor, 11 Eylül günü gelip çatıyor…

Satrancın sonucu hiç değişmiyor hep iki alternatif olarak kalıyor oyuncu ya yeniyor ya yeniliyor, ama oyuncunun 16 taşı da halinden memnun, piyon protesto ediyor, sivil toplum örgütleri kuruyor, barıştan, ekolojik dengeden söz ediyor, şah ise yerini kaybetmek ve mat olmak korkusuyla sesini kesiyor ama kimse o narsist oyuncuyu hala göremiyor, narsist oyuncu ayrıntılarda saklanıyor. Bir kareden bir kareye itilen her figür başına gelenlere kader” diyip geçiyor, zaten ‘tesadüf’ ya da “diyalektik yasalar” da dese, her ne derse desin olanlar değişmiyor, figürler oynuyor ona düşman gösterilen “siyah taşları” yenmek daha doğrusu yıkamak istiyor, kimse yanındaki piyondan şüphelenmiyor, hatta tanrı edimlerinden bile kuşku duyuyor ama narsist oyuncunun kuklası olabileceğini aklına getirmiyor. Şahın şah damarlarında milyonda bir ünite bile olsa merhamet varsa şaha da tek hamle yaptırılıyor: “Rok”. Eğer aynı durum vezirin de damarlarında vaki ise o da karşı tarafın piyonlarından birine ‘varyant nedeniyle gambitleniyor.” Gelgelelim o narsist oyuncunun merhameti bir yana ustalığı ne denli iyi olursa olsun en sonunda yine kendi yaratısı olan teknolojik frankeştayn olan “Deep Blue”lere yenilmeye mahkûm oluyor ve öyle görünüyor ki yenilmeye de devam edecek.

Kapitalizm canavarı. globalizm, sermaye saltanatı veya diğer yönden ahir-zaman, deccal ordusu, yec’üc-mec’üc yada gog-magog olsun her ne dersek diyelim- hepsi aynı şeyi iflade ediyor aslında- statüko değişmiyor. Teşhisin adı vird-i zeban edilse de tedavi mümkün olmuyor. Diğer yandan bu konseptlerin “üretici ve tüketicilerinin” bu konseptleri iki satırda bir kullanması mezkûr hastalığın tanıdık virüslerini kahkahalara boğuvor.

Bombalanan kuleler veya sabote edilen nükleer enerji reaktörleri (Osiraklar, Tamuzlar). Yahut dinamitlenen Budist heykeller… Veyaları uzatmayacağım o bildiğiniz senaryo, evinde oturmuş patlamış mısırını yiyerek (yiyemeyerek) televizyonlarına bakan insanlar için iyi bir sinema veya öykü olarak hazırlanıyor. Kafatası kemiklerinden yapılan ilginç mimari örnekler, kemik koleksiyonları, dondurma tatlandırıcısı üretiminden arta kalan gazlarla kaç insanın “haşere gibi” (Sarin ve Tabun gazlarını hatırlayın) öldürülebileceği ilgili polisiye romanların yazarlarını ve “insancıllıklarını” herkes biliyor. Bilmekle yetmiyor.

Herşeye rağmen ünite ünite ümit enjekte ediliyor insanlara, -hayır pompalanıyor demliyiz- şu yazıda bile gözüken “hafif karamsarlığa” şizofren bir yaklaşım veya komplo teorisi denebiliyor. “Herşey yolunda” cümlesi Holywood’da en fazla kullanılan cümle olmuş. Evet, herşey yolunda sadece ben rüya görüyorum, bir de ikiz kulelerde mahsur kalmış gençler görmüştü bu rüyayı.

Ve…

Patates cipsi, blue jean, g-string, hamburger ve ertesi gün bekleyen kâbus olan “iş”. Dünyayı sarsmış devrimleri, binlerce yıllık dinleri, on binlerce yıllık gelenekleri paramparça berhava ediyor. Fakat yaşayan tarihin yakılması ve yağmalanması inkâr ediliyor ve yaşatıldığı hikâyesi ile tarih, devrimler. Dinler -bir de bunlara aşk, erdem, pişmanlık gibi hisleri de katalım- kitapların gitgide daha da azalan sayfaları! Arasına sıkıştırılıyor. Marx’tan Bodhisatva’ya, Zerdüşt’ten İsa’ya, Aristo’dan Faraklit’e (ve benden sana olan ey sevdiğim şiir kitabı diye) herşey gardiyanı iki kapak olan hapishanelere mahkûm ediliyor. Yenileri üretiliyor ve başlarına “e-” ekleniyor. (e-mail, e-erdem gibi).

En sonunda yamyam gülüyor yazısına yeni bir konu bulmanın esrikliği ve sevinci: hala üzerinde, umarsızca satırların arasına birinci tekil şâhısı sıkıştırıyor, dünyada kurulabilmiş en uzun cümle rekoruna çalışıp entelektüel güdüleriyle kendini avutup geoid memleketinin (oranın nere olduğunu yukarıda demiştik) hallerini unutmaya çalışıyor. Ama üzülmüyor, pişman olmuyor, çünkü yazdıkları ve bildiklerine rağmen;

O sadece insan eti yiyor…

Suat ATAN

Gürpınar-VAN 15.08.2005