3 Ekim Avrupa Birliği ile Türkiye’nin nişan yıldönümü olarak tarihe geçti. Dışişleri bakanı Abdullah GÜL’ün Lüksemburg’a gidişi öncesine kadar Lüksemburg’da tartışılanlar üzerinde ayrı ayrı durulması gereken konulardı. Özellikle Avusturya’nın alanında Fransa’yı geride bırakan inatçı tutumu gözden kaçmadı. Avusturya’nın bu tutumunu direkt olarak Avusturya’ya bağlamak doğru olmayacaktır. Avusturya aslında Avrupa içerisine dağılmış Türkiye karşıtlarının bilinçli veya bilinçsiz sözcüsü olarak görülmelidir. Sonuçta nüfusunun her 7 kişisinden biri Türk olan Avusturya’nın o zamanki muhalif duruşu aleyhimize de olsa normaldir.
Türk hükümeti veya Türkler artık Lüksemburg’da nasıl nitelendiriliyor ise Türkiye veya Başbakan’ın tabiri ile Türk Milleti kararlılığının ve başarılı stratejisinin meyvesini almıştır. Bugüne değin tabiri caizse Avrupa Birliğinin nazını hep çekmiş olan Türkiye 3 Ekim ve öncesi süreçte mantık evliliğine giden yolda adım atmış ve tavrını ortaya koymuştur. Aynı zamanda büyük bir stratejik taktik yapılarak Türkiye’nin İslamlığı vurgulanmış Avrupa birliğinin kendi ürettiği bir kavram olarak dinlerüstü demokrasiye atıf yapılarak Avrupa Birliğinin Türkiye’siz ancak bir Hıristiyan kulübü olacağı sıklıkla dile getirilmiştir. Bu takdire şayan bir taktiktir. Bu stratejilerin başarılarının herkes kendince bir yerlere bağlayabilir bu fikirler de ancak sahiplerini bağlar. Kimi AKP hükümetinin başarısı derken, kimi dışişleri bakanlığındaki isimsiz kahramanlar olan Türk diplomatların başarısı diyebilir. Yaşananları başarı olarak kabul ediyorsak ve bu başarılar sonuçta bu milletin lehine ise başarının kimin ürünü olduğunu pek de düşünmeme lüksüne sahibiz. Sonuçta altını çizmek gereken bir husus var, başarı yine de bu milletin ürünüdür. Bu çalışmaların aktörlerinin siyasi kimliğine takılıp kalmak sürecin yanlış yorumlanmasına neden olacağı gibi Avrupa birliği ile 5-10 yıl sürecek müzakereler boyunca tercih edilecek siyasi kimliklerin yanlış seçilmesine de neden olabilir.
Pek tabii ki Avrupa Birliği karşıtı olmak da doğal bir haktır ve saygı duyulmalıdır. Ancak kabul etmek gerekecektir ki gördüğümüz kesim kadarıyla top yekün Avrupa Birliği karşıtlarının çoğu için dün, mevcut herhangi bir fikri statükoya karşı çıkmak bazen vatan hainliği, bazen din düşmanlığı, bazen de tuhaftır irticacılık idi. Bugün Avrupa Birliği karşıtları da kabul etmelidirler ki Avrupa Birliğine karşı olmayı düşünsel bir hak olarak görmek bile Avrupa Birliğinin yarattığı rüzgârın sonucudur. Bu son cümle ağır bir itham gibi gelebilir, hatta bu cümleye cevaben kulağıma şu haykırışlar geliyor: Her iyi şeyi Avrupa’dan mı aldık, biz Avrupasız da bunları başarabilirdik, mesela Osmanlı devleti zamanında…
(Devamı olan cümlenin sentaksını hepimiz ezbere bildiğimizden yazmadım.) Evet, bu ağır bir itham değildir, şöyle düşünelim bir de: madem bu kadar iyiydik hoştuk bugün neden Avrupa birliğinin kapısını aşındırıyoruz. Neden matlup değil de talip pozisyonundayız? Elbette Avrupa birliğine girme amacımız “hadi modern olalım” amacını taşımaz, kanaatimizce Avrupa Birliği ulusal davamız/projemizin varoluş amacını sadece sosyal ve kültürel amaçlara bağlamak hem dar görüşlülük hem de yukarıda açıklanan yanlış anlaşılmaların kaynağıdır. Avrupa birliği her şeyden önce; bir medeniyetler birliği projesi sıfatı altındaki sürmekte olan soğuk 3. dünya savaşı içinde oluşturulmuş bir bloktur tabiri caizse. Amerika’nın Sovyetlerin çöküşünden sonra dünya üzerinde tesis ettiği hegemonya ve tek kutupluluk sadece Irak’ta bile ‘3. dünya savaşı’ sıfatını hak edecek kadar şiddetin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu tek kutupluluğun tüm dünyanın aleyhine olduğu kesindir. Hatta Sovyetlerin parlak devirlerinde Sovyetlere karşı olanlar bile Amerika’nın tüm dengeleri ele geçirdiği zaman yaptıkların görünce Sovyetleri arar olmuşlardır. Yani her nasıl olursa olsun dünyadaki bir gücün gücünü terazileyecek bir gücün olması dünya dengeleri açısından zaruridir. Bu manada şu anda Amerikan hegemonyasına karşı durabilecek süper güç olarak arenada tek bir devlet gözükmemektedir. Evet süper güç olmaya aday Çin vardır ancak Çin’in tam olarak bu pozisyona oturması zaman alacaktır.
Dolayısıyla Amerikanın karşısına bir devlet değil devletler topluluğu çıkmalıdır ve kanaatimizce şu anda bu fonksiyonu üstlenebilecek yegâne topluluk Avrupa Birliğidir. Türkiye ise safını belirleyerek gelecek için çok karlı bir yatırım yapmıştır. İyi bir strateji olacak ki bu işte Amerika’nın da desteği olmuştur.
Peki, stratejik boyutuyla düşündüğümüzde 3 Ekim Gecesinde zaten bir ara kopma noktasına gelmiş ilişkiler kopsa ne olacaktı? Putin’in 17 Aralık öncesi Türkiye ziyaretini hatırlarsınız sanki Avrupa Birliğine nispet yapılır gibi bir eda oluştu. Ne zaman Türkiye Avrupa birliğine girmese ne olur sorusu gündeme gelse hep bu ziyaret ve bu ziyaretin çağrışımları akla gelir. Bu çağrışımlar da mezkûr bir durumda Türkiye, Rusya ve Çin gibi ülkeler arasında kurulacak bir birlik veya Avrupalı olamayacaklar Birliği olurdu. Böyle bir birliğin ne derece tercih edilebilir tartışmalıdır. Ancak olası böyle bir birliğin gücü de küçümsenecek düzeyde olmazdı elbette.
Avrupa Birliği kapsamında dinler, toplumlar ve sınıflar arası ilişkiler üzerine iyice durulması gereken konularıdır. Acaba gerçekten de Türkiye ile Avrupa’nın evliliğinden güzel çocuklar mı doğacaktır? Bu sorunun cevabını epey bekleyeceğiz. Ne var ki kamuoyunun diline düşmüş hoş bir temenni var: Hıristiyan dünyası ile güçlü bir İslam ülkesi arasındaki bu bütünleşme dünya barışına katkıda bulunacak, medeniyetlerin birbirlerine yabancılaşmasını önleyecektir. Bu temenniyi sadece Sayın Başbakanımızın sıkça vurguladığı medeniyetler ittifakı kavramı değil, Türk Televizyonlarının birinde bir söyleşide konuşan Portekiz dış işleri bakanı De Amarel’in Türkiye ile müzakerelerin başlaması Bin Ladin’in hiç hoşuna gitmeyecek sözleri de özetlemektedir. Elbette özetlenen bu gibi temennilere bütün basiretli insanlar katılacaktır ancak unutulmaması gereken bir husus var değil ittifak medeniyetler kardeşliği dahi yaratılsa medeniyetlerin birbirleri ile farkları hep bir tampon mesafesi yaratacak ve herkes kendi evinde ….’nın ….’dan başka dostu yok diyecektir. Bu da doğal bir durumdur nitekim toplumların her şeyi unutsalar da hiçbir zaman unutmayacakları ve hatta takıntıları haline gelen tarihleri vardır.
“Türkiye kendi kendine yeter” düşüncesine ne demeli? İşte bu da takıntılaşmış tarihin ürünüdür. Osmanlı özlemiyle bu sözleri söyleyenler Osmanlının bir İmparatorluk Türkiye’nin ise bir Cumhuriyet olduğunu unutmaktadırlar. ABD imparatorluk değil, peki nasıl oluyor da kendi kendine yetiyor denilirse: ABD ise bir fiili imparatorluktur ki demokrasi peygamberliği misyonuyla gittiği gayrı resmi sömürgelerinden ve bunu dikkatle izleyen dünya kamuoyundan ciddi bir tepki almakta. Şu hususu da ayrıca hatırlatmakta fayda var ABD’nin Ebu Gureyb’i, Guantanamosu var ancak AB’nin yok yahut en azından varsa da sergileşecek kadar görsel materyali yok.
Avrupa’nın radikal Hıristiyan kesimi dışındaki kitlenin de sebepsiz yere Türkiye’nin Avrupa birliğine girmesine karşı endişeleri de tabiidir. Nitekim aldığı takdirde en azından ilk haliyle: “Avrupa’nın en büyük nüfuslu ve en genç, üstelik Müslüman ve maalesef en fakir” ülkesi olacak olan Türkiye’yi sıkça kullanılan tabirle hazmetmesi kolay değildir. Serbest pazar, serbest dolaşım gibi limitsiz özgürlüklerin uygulandığı bir birlikte, alındığı takdirde neredeyse tüm birliğin dengelerini sarsacak böyle bir ülkenin kabulü de kolay olmayacaktır. Bunu Türk’ün gücü olarak yorumlamanın da doğru olmayacağı, nitekim uluslar arası ilişkilerin kol güreşine benzemediği de ayrıca hatırlatılmalıdır.
Sonuç olarak dürüst tabir ile yorumunuz değil de kehanetiniz nedir diye sorulacak olursa: Müzakerelerin başlaması ile AB, Türkiye’yi tabi tutacağı check-up süreci ve sunacağı diyet listesi tabiri caizse nişanlılık durumundan mütevellit iktidar(lar)ca tolere edilecek ise de iktidarın da dahil olduğu kamuoyu içinde belki de iç işlerine müdahele veya başka gerginlik verici manalarda anlaşılacağından en azından toplumun belli muhafazakar kesimince kötü karşılanacak küçük çaplı gerginlikler ortaya çıkacaktır. Değişim ve isteklere adaptasyon sürecinin de zorlu geçeceği kesindir. Bu en azından “sıkıntılı” diye tabir edilecek süreç 5-10 yılı bulabilir. Ancak Türkiye’nin bunları da aşacağında şüphe yoktur. Ne var ki bu sıkıntılı sürecin içsel yankıları da yüksek bir ulusal metanetle karşılanmalıdır. Yine bu zorlu sürece rağmen ve zorlu süreç boyunca Türkiye’nin özellikle Müslüman dünya’da, Ortadoğu’da prestiji artmış, Türkiye’ye yüklenen roller değişmiştir. Umarız Türkiye’nin AB girişi ile Ortadoğu ve Ön Asya ilişkileri de daha da artar ve Türkiye bölgede artık kabul edilen bir güç olur.
***
Unutmadan: Rashid Al-Maktoum’un bu süreç dâhilinde Türkiye’ye gelmesi ve yapacağı 5.000.000 $ yatırım ile 2010 yılına yetiştirilmesi düşünülen Bosphorus Kuleleri’nin dünyanın en yüksek kuleleri olacağı söyleniyor. Bu durum Malezya’nın da ulusal bir ivme ile yükselişi sürecinde yaptırdığı ve o zaman için dünyanın en yüksek binaları olan Petronas ikizleri’ni hatırlatıyor. Ve pek tabii sonra Tayvanı. İnsan sormadan edemiyor; acaba yürümeye başlayan devletlerin en yüksek kule yaptırması gizli bir devletlerarası nispet veya gelenek mi?