Hayatın ne mi olduğu sordun? O topraktır. Sen ve senin fikirlerin ise tohum, başka insanların senin ve fikirlerin hakkında düşündükleri yağmur, derin okumaların ve gözlemlerin ise evren tarlasının sana ayrılmış toprağında yaptığın çalışmalardır. Elbette ektiğin çürük, yağmurlar bereketsiz, çalışmaların yetersiz olabilir. O zaman hasat zamanı saman çöplerinden ayıracağın özün veya fikirlerin de bozuk çıkacaktır. Un olup yoğrulsanız ateşlerde, pişirilseniz bile kimseyi doyuramazsınız o zaman.
Usta bir çiftçi olsan ve şansın yaver gitse de bu kez yabani otlarla mücadele edeceksin. Öyle ki zehirli bir ot hasadını mahvetmesin.
İşte, fikirleri veya kendisi bozuk insanlardır ki hayattan bezerler. Sanki hayat toprak değil de; onların çizdiği bozuk bir resim veya yaptıkları oransız bir heykelmiş gibi sıkılır dururlar. Ürünlerine üzülürler. Güzel yaşamayı tarım değil de sanat olarak görürler. Güzel yaşamak sanat değil; tarımdır. Bu yüzden belki de; mutlu olmak istiyorsan çiftçi ol evlat…
Doğduğun günden itibaren büyüklerin tepende konuşacaklar;
Hayat zordur,
Hayat acımasızdır,
Hayat affetmez,
Hayatım çürüdü,
…Hayatını kaybetti.
Şaşıracaksın elbet; Bu hayat kaybedilebilen bir şey mi? Diyeceksin. Yolda giderken bir de baktın hayatını kaybetmişsin gibi bir şey. Yeniden bulamaz mısın? Bulamazsın ya! Onu sen vermedin ki sen kaybedesin. Öldü deyiver gitsin. Hayır, öldü de deme. Ölmek kelimesi bile ölüm fiilinin mef’ulunu fail gibi gösteriyor. Yani sanki ölen adam bir iş yapmış bir edimde bulunmuş gibi. Hâlbuki ölüm öyle bir kavram ki eceli ile ölene bile “öldürüldü” denilebilir. Elbette fail-i meçhul değil eceliyle ölenler, eceli ile ölenlerin faili çoktan kendisini kabul ettirmiş.
Hayatın ne kadar tatlı olduğunu, onu kaybederken veyahut fail-i malum cinayete kurban giderken elbette öğreneceksin. O yüzden hayata ‘tatlı’ sıfatı da dahil olmak üzere (çünkü o bile nitelemeye muktedir değildir) hiçbir sıfat verme.
Aslında hayat bitmez. Ölüm dediğin senin hayatının bitmesi değil, senin hayattan (ayrılman da demeyeceğim) koparılmandır. Sen öldükten sonra da güneş doğacak, sen öldükten sonra da insanlar eğer yapıyorlarsa sabah kahvaltılarında çaylarına şeker atıp çaylarını karıştıracaklar. Tıpkı sen doğmadan önceki gibi. Senin doğmanla dünya değişmeyeceği gibi, ölümünle de değişmeyecek.
***
Hayat acımasızdır diyecekler. Hayır! Dedim ya; Hayat bereketli bir topraktır. İnsanlar da güldür. Sen hiç toprağa düştüğünde solmayan gül gördün mü? Toprağın güle yaptığı mıdır acımasızlık dedikleri? Oysa düpedüz kanundur bu. Kaldı ki gül eğer kendi düşmemişse toprağa veya bozuk değilse, toprak onu dalındayken soldurmaz. Ölüm vakti yaklaştıkça o gül, yaprak yaprak dökülüp kavuşur toprağa.
***
Kişi kendi senaryosunu ezberledikten sonra, hayat hiç de acımasız olmayacaktır. Hayat sahnesi de üzerinde oynanan oyunları taşıdıktan sonra elbette kendi perdecisine perdeleri kapattıracaktır. Perdeler kapanmadan evvel oyununu gururla oynadıktan sonra izleyicilere eğilip son görevini yapan kişi elbette alkışlanır o zaman. Ama aslında alkışlanan senaristtir ve oyuncular hiçbir zaman senaristin yazdığından daha öteye gidemezler, gittiklerini zannetseler bile aslında bu da o oyunun bir parçasıdır.
Yani düzensizlik ve kural dışılık bile senaryonun bir parçasıdır.
***
Büyüdüğün zaman kafana yiyeceğin çekiç darbelerini Maslow’un sözüyle açıklamaya kalkışma sakın: “Çekiçten başka bir şey olamayanlar, herkesi çivi olarak görürler”. Çekiçten başka bir şey olamayanların dışında her kes çividir zaten. Çivi olarak görülmeleri de bu yüzdendir. Ama unuttuk çivi olanların dışında bir tabaka daha vardır: Çivinin battığı mahaller: ahşap veya betonlar. Çivinin darbesi, çiviyi çok da yıpratmadan direkt bu mahalleri deler. İşte sınıflar dedikleri de sınıflar mücadelesi dedikleri de bundan ibarettir kabaca.
Çivinin battığı yer bile olsan; unutma ki sen çiviyi içine alıp tutmadıkça, çiviyi sana çakmazlar.
***
Bir ara bir daha kendi kendime hiçbir hususta söz vermemeye söz vermiştim, son verdiğim sözü tutamama korkusundan mıdır yoksa son verdiğim sözün de neticede kendi kendime verdiğim bir söz olarak, bir önceki sözümü bozma anlamına gelmesinden dolayı sözünde duramamanın acizliğinden midir bilinmez; insanların kendilerine verdikleri sözlerin insanların ruhlarını ikiye ayırdığını düşünür oldum. Ruh ikiye ayrılıyordu; istediği şeyi isteyen ve istediği şeyi iste(ye)meyen parçalar olarak. İşte bu iki parça ruh bir insanda birleşiyor, biri diğerine söz verdiriyordu. Bazen istediğini isteyen bazen istediğini iste(ye)meyen haklı oluyordu. Sevapla günah, doğru ile yanlış, iyi ile kötü işte burada ayrılıyordu. İnsanın belki de cennete şeytanın ayartması ile yediği meyve ruhu ikiye ayıran yasak meyveydi.
Melekler sürekli iyiyi uygularlar, kötüyü uygulayabilme yetenekleri yoktur. Hayvanlar ise ne iyiyi ne kötüyü uygulayabilecek güçtedir. Şeytansa sürekli kötüyü uygular. Bu üç varlıktan hiç biri iyi ile kötüyü ayırt edemez. Sadece Şeytan Âdem’e secde etmesi emredildiği zaman kendisinin ateşten yaratıldığı için ondan daha üstün olduğu vehmine kapılmış ama sonuçta yapacağı işin yanlış olduğunu düşünerek bile olsa akıl yürütmüştür. İşte bu yüzden şeytandır ya…
Ama insanın iyiyi ve kötüyü ayırt etme yeteneği vardır. Aslında tam olarak böyle de söylenemez; insanın kendine göre bazı şeyleri iyi bazı şeyleri kötü veya bazı şeyleri doğru bazı şeyleri yanlış olarak tasnif etme yeteneği varıdır sadece. Bu tasniflerin bütün insanlar için ortak olanları: (ki aslında bu ortak sınıflandırma aslında “iyi”nin karakaşı kara gözü için değil ortak menfaatler ve ortak endişelerdendir) örf ve adetleri daha sonra modernize olarak hukuku doğurmuştur. Mesela hırsızlık yapmak istisnalar dışında her toplumda yanlış karşılanır bu hırsızlığın kötü olmasından değil, herkesin malının çalınma endişesi içinde olduğundandır. Elbette sırf kötü olduğundan dolayı yapmayanlar da vardır ama bunlar azlar ki peygamberler insan-üstü bir kuvve-i tahakküm olan dini getirmişler ve çoğu kez dinlerin kişilerin kendilerinin yarattığı suç-caydırıcı sistemlernden üstün olduğunu ıspatlamışlardır.
Başa dönelim sonuçta; ruh bu tasniflerinin sonuçları olan ‘şu iyi şu kötü listesini’ kafasında sürekli olarak taşır, her hareketini buna göre değerlendirir. Bu iki yüzlülükten başka bir şey değildir. Sonuçta bu listeyi de kendi oluşturmuştur. O ruhun iyisi ve kötüsü mutlak iyi ve kötü değildir. Eski Yunan filozofu Epiktetos diyor ya: Doğru ile yanlışı ayıran aklın kendisi yanlış yola girerse ne olur?
Filozoflar, mütefekkirler, bilgeler çağlar boyu henüz iyi ile kötüyü filtreleyecek mekanizmaya bulamadılar; Kimi bu mekanizmanın vicdan olduğunu düşündü, kimisi akıldır dedi, kimisi de mesela Hedonistler ‘haz veren her şey iyidir’ dedi. Son filozoflardan Nietzsche’ninkisi biraz daha mantıklı olarak; en doğru kuralın immoralite yani kuralsızlık olduğunu ve immoralitenin yeniçağın kuralı olacağını düşündü. İyiyi kötüyü bir kurala bağlamayarak en akıllıcasını yapmışsa de Nietzsche kuralsızlığı bir kural olarak sayarak yine bir yere takıldı.
Şimdi daha iyi ile kötüyü veya paraleli doğru ile yanlışı ayıracak mekanizmamız yokken hayata nasıl tek kelimelik sıfatlar yükleyebiliyoruz. Acımasız olan hayat nasıl ömrünün sonuna kadar yetecek besinden fazlasının içinde doğan elma kurduna nasıl izin veriyor. Veya çok güzel olan hayat bir insanın nasıl bezdirip kendi kendini öldürmesine olanak sağlıyor.
Aslında en güzelini Shakspeare’nin yazdığı bir oyunda duyuyoruz: Tanrı katından iyi veya kötü yoktur. Bu sadece insanların icat ettiği iki garip kavramdır.