(Lütfen bu yazıyı ayaktayken okuyun)

Bir milletin dili ve kendine özel kelimeleri o milletin mensuplarının günlük yaşamlarından dünya görüşlerine kadar birçok çağrışımı barındırır. İngilizcede hala da teyze de “aunt” kelimesi ile ifade edilmesi, bu dili kullanan toplumlarda çoğu kez akrabalık bağlarının zayıf olduğu kanaatini uyandırır. Türkçemizde ise “bacanak” gibi nispeten uzak bir kelimeye bakarak yine Türkçe konuşulan coğrafyada akrabalık bağlarının kuvvetini anlamak zor değildir.

Gelelim taşiyomiye:

Bir İngiliz “bacanak” kelimesini ne kadar tuhaf karşılarsa her halde biz de taşiyomi kelimesini o derece tuhaf karşılayacağız, nitekim çoğumuza bacanağımızdan da uzak:

Taşiyomi: Japoncada “ayakta kitap okumak” demektir. Yani oturarak veya uzanarak değil de ayakta kitap okumak. Buna göre otobüs tıklım tıklım iken elinde kitabı ile okumak için canhıraş mücadele veren kişi taşiyomi yapmaktadır. Masa başının gözü mü kör olmuş veya sakin kafayla okumak varken neden ayakta okuyayım diyebilirsiniz. Ama taşiyomiyi ilk Japonlar yapmadı tasavvuf literatüründe taşiyomi yapan yani ayakta kitap okuyan hatta yürürken kitap karıştıran âlimlerin menkıbeleri yok değildir. Hatta ismini hatırlayamadığım bir mutasavvıf yürüme esnasında kitap karıştırırken çukura düşerek vefat etmiştir. Pek tabii ki bunar bizim için keramet sayılmadığından genellikle bu menkıbelerdense tayy-ı mekân, bast-ı zaman menkıbelerini iyi biliriz.

Japoncada taşiyomi gibi bir kelimenin varlığının Japonların yaşam biçimi hakkında ne gibi bir bilgi verdiğine hiç değinmeyeceğim, Japonların bırakın ayakta, tuvalette bile kitap okudukları hepimiz duymuşuzdur. Şimdi Japonları bir kenara bırakarak kendimize dönelim:

Nerede okumalı?

Nasıl okumalı” veya” neden okumalı” gibi başlıklardan hepimiz sıkılmışızdır. Aslında bu iki sorunu da çözecek bir başlık daha var ki onu da kullandım “nerede okumalı?”.

Kabaca bir hesapla bu soruya dolaylı bir cevap verelim:

Her gün minibüs veya otobüs ile işe gidip gelen normal vasıflı bir kişi her gün gördüğü trafik işaretlerinden ve aynı manzaralardan sıkılarak çantasına çok ağır olmayan bir kitap alsın, en az on dakikalık bir seyahat süresinde bu kitaptan gidişte en az 5, dönüşte de en az 5 sayfa olmak üzere günde 10 sayfa okur. Bu kişi bir ayda arada fazla mesai okumaları hesaba katmadan 10x30=300 sayfa okur ki ayda bir kitap yılda 12 kitap eder. Bu gibi hesapları duymuş olabilirsiniz veya bir ayda 5 kitap okumanız muhtemel, o zaman bu yazıyı okumanıza gerek yok. Ancak son bir paragraf olarak aşağıdaki vahim tabloya da bakarsanız kanaatimce bu yazının yazılış sebebini takdir edeceksiniz.

Deutsche Welle (Almanya’nın Sesi) Radyosunda dinlediğim bir habere göre, Türkiye’deki büyük üniversitelerin birinde akademisyenler arasında yapılan “mesleğiniz dışında da kitap okur musunuz?” anketi sonucu çok çarpıcı: Bu üniversitedeki akademisyenlerin (hafızamı bağışlayın) %70’inden fazlası branşları dışında hiç kitap okumamış. Diğer vahim bir istatistik ise yine Japonya’da ortalama olarak bir yılda basılan kitap adedi ülkemizde bir yılda basılandan 3–4 kat daha fazla.

Türkiye’yi sen mi kurtaracaksın?

Aktif bir biçimde meslek dışı veya belirli bir misyon ve vizyona sahip olarak çalışmayı seven her kes bu soruyla karşılaşmıştır. Globalizmin kitleleri benzeştirme adına yarattığı sıradanlığın, daha doğrusu “sıradanlığın terörünün” ürünleri olan “belleksiz gençlik” kadar kategorize edilemeyen orta yaş ve üstü neslin birçoğunda da marazi bir biçimde “hiçbir şeyle uğraşmama uğraşısı” hâkimdir. Bu uğraşının ürünlerini kahvehanelerde, bilgisayar oyunları karşısında sabahlamayı teknolojiden haberdar olmak sayan gençlerde ve en sonunda maalesef her evde televizyonun karşısında oturan insanların hepsi değilse de birçoğunda görmek mümkündür. Aynı kitledeki birçok insan Kuran-ı kerimin ilk ayeti olan “İkra” (Oku), emrinin de çok iyi bilmektedir. Klişeleşen diğer cümleler arasında gençlerin her halükarda karşılaştığı “boş zamanlarda neyle uğraşırsın” sorusuna verilen: “kitap okurum” cevabıdır ki, bu cevaba mukabil olarak “en son ne okudun?” sorusu çoğu kez ya cevapsız kalır, ya da nasıl oluyorsa yazarın adı hatırlanmaz.

Evet, elbette herkesin kitap okuma mecburiyeti yoktur, neticede herkesin “bilgisiz kalma hakkı vardır” ve kişi bu hakkını sonuna kadar kullanabilir. Ancak aynı hakkın, bu haktan yararlanmayanlara ve bu haktan vazgeçmiş kişilerin bıraktığı eserlere taciz ettiği anda hak değil zulme söylemek gerekir.

Artık internet çıktı okumaya ne gerek var?

Bu soruyu soranların kumar, porno, bahis, arkadaş bulma, oyun, chat, polifonik melodi indirme, sms gönderme siteleri dışında bir kere olsun başka bir siteye girdiğini bilinse karşı çıkılmaz belki hak verilir.

Kabul etmek gerekir ki dün, bugün ve bilginin beynimize enjektörle sokulacağı uzak geleceğe değin bilginin (tecrübenin demiyoruz bilginin) yegâne ediniliş yöntemi okumaktır. Yazı keşfedildiği günden beridir düşüncenin kaydedilme şekli harf dediğimiz sembollerle olmaktadır, en azından şimdilik gözlerimizi bu sembollerle yormaya mecburuz. Dolayısıyla internet veya herhangi başka bir kaynaktan da olsa bilgi peşindeysek yine okumak ve okumaya saatlerimizi ayırmak durumundayız.

Çok okuyan değil çok gezen bilir.

Bu klişeye göre, Evliya Çelebi veya Marco Polo’nun en büyük âlimler olması gerekir. Evet, çok gezenler iyi bir doğabilimcisi veya iyi bir etnolog olabilirler ancak maalesef mesela filozof veya matematikçi olamaz ve çoğu kez gezmeyerek hatta evine kapanarak yazdıkları eserlerle insanlığa hizmet etmiş yazarlar, düşünürler ve sanatkârlar gibi olamazlar. İmam Gazali’nin batılı bir şarkiyatçının tespitine göre binin üzerinde eseri vardır. Bu kadar eser günler ve gecelerce çalışılarak ortaya konmuştur, gezerek değil.

Evet, okumamak için direten, okuma işini hep başka bir bahara erteleyenler için pek fazla bahane kalmadı her halde biri hariç; onu da ben söylüyorum:

Biz bu hayat kitabını okuyoruz usta, normal kitaba ne gerek var…