Alt kimlik, üst kimlik tartışmaları arasında gün-deme küçük dem vuruşlar.

Temiz Ekran’ımıza yapılan haksızlık:

Türkiye gündemleri ile içinde yaşayanlara neredeyse gündem-dışı hiçbir şeyi düşündürmeye olanak vermeyen bir ülkedir. Bugün herhangi bir ulusal gazetenin pek az yerinde gündem dışı, sofistike konular bulabilirsiniz. Mevcut gündem dışı konular da genellikle klasikleşmiş konulardır. Mesela cinsellik, ailevi sorunlar, dizilerle ilgili yazılar, filmler koskoca 3–4 sayfayı doldurabiliyor iken, bilişim dünyası ile ilgili konular, edebi yazılar, bir takım hobilerle ilgili yazılar cımbızla aranacak kadar zor bulunabiliyor. Bunlar beylik arayışlar olarak yorumlanmamalı. Bir zamanların gazetecilik anlayışı böyle değildi nitekim.

TRT’nin özelleştirilmesi ile ilgili söylentiler sürüp giderken bununla ilgili bir özel televizyon yetkilisinin yazısında değindiği konular ilginç. Bu mezkûr şâhısa göre TRT Türkiye’de televizyonculuğun ekolü, televizyoncuların mektebi olarak görülüyor ama TRT haberciliği küçümseniyor. Yazının ilk paragraflarında aklıma TRT’nin bir devlet televizyonu olması itibari ile sahip olduğu duruşun haberlerine yansıyan resmiyeti ve klişeciliğini hesaba katınca mezkûr şahsın fikirlerini en azından mazur görmüştüm. Ancak yazının devamında TRT’nin neden iyi habercilik yapamadığı ile ilgili öne sürülen anekdotu okuyunca bu yazı hakkındaki düşüncelerim tamamen değişmişti:

“TRT’ye göre Deniz Akkaya’nın dayak yemesi bir haber değil magazindir, oysa biz özel televizyonlara göre bu bir haberdir…”

Buraya kadar da tamam, elbette kişilerin neleri haber neleri haber-dışı olarak gördükleri tamamen kişiseldir. Ancak devam eden cümlelerde “Deniz Akkaya’nın dayak yemesini haber yapmanın modern habercilik örneği olarak görülmesi” yani haber hammaddesi bir konuya olan saf kişisel bakışın modern sıfatına layık görülmesi, ancak kailini bağlayan bir sözdür. İşte ilkel olan da budur.

Neyin haber neyin haber-dışı olduğu sorunsalı felsefedeki neyin iyi neyin kötü olduğunu araştıran etik tartışmaları veya hangi bilginin doğru hangi bilginin yanlış olduğunu araştıran, bunun filtresi üzerine kafa yorduran epistempoji (bilgi felsefesi) tartışmaları hatırlatır. Benim etik felsefesi üzerine hep ilginç bulduğum hedonizmi (Türkçeye hazcılık olarak çevrilebilir) paylaşmak istiyorum. Hedonizme göre haz veren her şey iyi, haz vermeyen şey ise kötüdür. Buna göre zina haz verdiği için iyi ve doğrudur. Ancak açlık kişiye haz vermediği için yanlıştır. Bir de pragmatizm(faydacılık) var; fayda veren şey doğru, vermeyen ise yanlıştır. Şimdi bunu haberciliğe uygulayalım, TRT haberciliği nispeten pragmatik idi (Tanzanya cumhurbaşkanın ziyaretlerini uzun uzun irdeleyen haberler bazılarınca faydasız olarak gözükse bile) ve kesinlikle bireyci değildi. Bu haber anlayışı sayesinde hiç olmazsa gençler erkekler en fazla devlet adamlarına, genç kızlar ise bu devlet adamlarının eşlerine özenebiliyordu. (Kıyafetlerine değil, kendilerine). Sanıldığının aksine TRT tekeli; “haber de, magazin de budur, ister beğen ister beğenme” diyen bir anlayışa sahip değildi. Kanaatimce tek olmanın verdiği sorumluk altında, devlet “adabı erkânında” kaliteli bir yayıncılıktı.

Gelelim özel kanallara (görmediysek de iyileri münezzeh olsun) bunlar ise kendilerinin modern olarak gördüğü ticari anlayışa sahiptirler: “reytingi yükselten her yayın iyi ve doğru, reytingi olmayan yayın ise yanlıştır anlayışı”. Bir yerde haz veren yayın iyidir anlayışı ile hedonist bir zihniyete sahip olan bu kanallara göre Deniz Akkaya’nın dayak yemesi iki yönden bir haber sayılır: Bir kere sansasyonel olduğu için reytingi yükselterek yayıncıya haz verir. İkincisi ise böyle bir haberde aralarda gösterilecek olan Deniz Akkaya’nın yarı çıplak görüntüleri ve haber stüdyolarında çağrılan Deniz Akkaya’nın şuh ve bir de dayak yemiş kadın olarak sadistik erotizmimizi gıdıklayan havası da topluma haz verir. Burada ne toplumun ahlak değerleri, ne de Deniz Akkaya’nın her ne olursa olsun toplumsal onuru hesaba katılmaktadır. Tek amaç reytingdir. Yani o yayının “pazarlama gücüdür”.

Kimlik kavramı:

Sıfatlarına dokunmadan geçemediğimiz gündem-üreticileri ile ilgili konumuzu saptıran uzun bir hicivden sonra meşhur alt kimlik üst kimlik tartışmalarına “bizim de çorbada tuzumuz olsun” diyerek başlıyoruz:

Bu iki kavram gündeme oturduğu günden beridir her nedense sanki başbakanımızın ihdas ettiği, heybesinden çıkardığı kavramlarmış gibi empoze edilmekte. Kavramlar tabiatları itibari ile somut varlıklar olmadığından mucitlerinin kim olduğunu kestirmek veya iddia etmek zordur. Ancak kavramların çıkış yerleri ve tarihleri tahmin edilebilir hususlardır çünkü aslında kavramların esas çıkış mecraları bu parametrelerdir.

Bırakın alt kimlik üst kimliği “kimlik” kavramının kendisi dahi şu an anladığımız anlamıyla çok genç bir kavramdır. Kimlik kavramının insan bilincinde yarattığı “birey ve toplumları birbirinden farklılaştırıcı, sınır çizici” çağrışım, birey ve toplumların kendilerini tanımlarken diğerlerinden farklı olduklarına dair inançlarına yaptıkları vurgularla daha çok kullanılır olmuştur.

Kimliğimizin kimyasal analizi ve mozaik kavramına bir alternatif:

Somut varlığın en kestirme tanımı olan madde atoma kadar hatta atomdan daha küçük parçalara kadar bölünebilir, her yeni bölünmede ortaya çıkanlar birbirinden ayrıdır.

Türkiye olarak kimliğimizi kabaca bir su molekülüne benzetelim su molekülü birbirinden tamamen farklı olan hidrojen ve oksijenden oluşur. Biri yakıcı biri yanıcıdır, ancak bunlar belli şartlar altında tepkime (reaksiyon) yapmış ve ikisinden oluşsa da ikisinden farklı bir madde olan suyu oluştururlar. Burada su üst kimlik, hidrojen ve oksijen olma alt kimliktir. Kimlik tartışmalarında sıkça kullanılan; mozaik, hoşaf, aşure vb… kavramlara bir alternatif de bu olabilir. Şimdi özellikle de kimyacı okurlarımız aşağıdaki iki muadil cümleyi okusunlar:

Hepimiz müslümanız, kız alıp vermişiz, ayrılmayız biz:

(Bir molekülüz, elektron alıp vermişiz, ayrılmayız biz):

Şimdi hidrojen ve oksijen bir şekilde (hadi dış mihrakların etkisi ile diyelim) birbirine düştü. Siz hidrojen ve oksijeni bir araya getirip “yahu bakın biz bir su molekülüyüz, evren kurulduğundandır beraberiz, elektron alıp vermişiz,” diyerek iki de bir su olduklarını söyleyip bir şey anlatamazsınız. Hele oksijene kalkıp “evet biz suyuz, ama kendine niye oksijen diyorsun, sen de hidrojensin” dediniz mi bırakın hidrojeni, oksijeni millet proton ve nötronlara kadar ayrışır.

Üst kimlik olarak tanımlanabilecek “su” kavramına yapılan vurgu ancak alt kimlik olan “hidrojen” ve “oksijen”e aradıkları tanımları da kapsarsa bir çözüm olabilir.

Ne mutlu “hidrojenim” diyene ! Cümlesi bir zamanlar Ne mutlu “su”yum diyene! Cümlesinin muadili iken bugün farklı bir anlama geliyorsa veya şu kahrolası dış mihrakların etkisi ile kavram kargaşası ile farklı bir yere çekiliyorsa artık açık açık endişelenmenin ve dillerin altındaki baklayı çıkarmanın zamanı gelmiştir.

***

Bir yerde farklılıkları birbirine bir şekilde bağlamak, akrabalaştırmak veyahut bu farklılıkların üzerine bir çatı olarak konmak üzere kavram aramak için ne kadar çaba harcanıyor ise ortada gerçek bir sorun var demektir. Bu soruna siz ister Kürt Sorunu, ister Türk sorunu, ister Oksijen sorunu diyin, adının ne koyarsanız koyun böyle bir sorun vardır. Ve bu sorun siz o sorunu inkâr ettikçe, dış mihraklar tarafından kaşınır durur, sizin de her zaman geçilmeye hazır kırmızıçizgileriniz olarak “karalama defterinizde” kalır.

Başbakan’ın üst kimlik olarak önce “Türk” değil de “Türkiyeli” veya “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” olmayı öngörmesi, sonra Avustralya’da Müslümanlığı üst kimlik olarak belli belirsiz önermesi, Türkiye’de hiçbir zaman “yahu neden böyle bir kavram aranıyor” dedirteceğine, “vay efendim üst kimlik nasıl şu olur, üst kimliğimiz budur, üst kimliğimize şu demek, şuculuktur.” Şeklindeki -kişisel diyorum, evet- kişisel tartışmalara dönüştü. Türkiyede bu konuda öteden beri kabaca 5 görüş vardı:

· Üst kimliğin Türk olmak olduğunu ve Türk olmanın Türk olmak anlamına geldiğini düşünenler

· Üst kimliğin Türk olmak olduğunu ve Türk olmanın Türkiye Vatandaşı olduğunu düşünenler

· Üst kimliğin Türkiye Vatandaşı olmak olduğunu düşünenler

· Üst kimliğin İslamiyet olduğunu düşünenler

· Ve hiçbir şey düşünmeyenler, düşünmek istemeyenler

Bu 5 görüşten başbakan hangi birine dem vursa diğerleri “nasıl olur” diye şahlanmaktadırlar. Kanaatimce üst kimliğin ne olduğu veya ne olması gerektiğinden çok, üst kimlik arayışına başlamak daha vehim bir durumdur. Bu suya sabuna dokunmayalım anlamına gelmez, “üst kimlik aramayalım, her şeyi oluruna bırakalım” da demek değildir. Bu keskin bir geçiş döneminden geçtiğimize dair bir uyarıdır!

Bu geçiş dönemine kıvılcımlar bir yerlerden veya kendiliğinden ortaya çıktı, ancak çakmak taşları ve ileride belki de kilometre taşı diyeceklerimiz şunlar:

Kopenhag

AB

Şemdinli

Kuzey Irak

Bu tartışmaların ilerleyen dönemlerde (her zaman olduğu gibi) yeni ve taze gündemlerle unutulacağında ve ara sıra ta ki çözülene değin ısıtılıp ısıtılıp sofraya getirileceğinde şüphe yok. Bu süreç boyunca neler olup biteceğini hep birlikte göreceğiz.