Misyonerlik faaliyetlerinin sürdürüldüğü bölgeler tesadüfî olarak seçilmemekte çalışma alanları özel olarak belirlenmektedir. 20. yüzyılın son çeyreğine kadar bu alanlar; Latin Amerika, Doğu Avrupa bloğu ülkeleri ve Afrika’yı kapsamaktaydı. Misyonerliğin hedef kitlesi yalnızca Yahudiler, Müslümanlar, diğer dine mensup insanlar veya dinsizler olmadığından bu bölgelerdeki Hıristiyanlar da muhatap alınmaktaydı. Bu durumun kendisi bile misyonerlik faaliyetlerinin teorik yanlışlığını açıklar. Zaten Hıristiyan olanlara yapılan Hıristiyanlık propagandası “sizinki yanlış bizimki doğru” anlayışından çok, üniform ve politize bir Hıristiyan toplumu yaratma amacını taşıyordu. Bu amaç çoğu kez gerçekleşti de.

Çalışma yapılacak alanlar özel olarak seçilmesine rağmen misyonerliğin “tüm dünyanın Hıristiyanlaştırılması” felsefesi farklı bölgelerde yapınla çalışmalara engel değildi. Osmanlının derin hoşgörüsü ve son dönemlerindeki ekonomik çöküntüsü sonucunda ortaya çıkan düşük denetim misyonerler için kaçırılmaz bir fırsattı. Bu durum sonuna kadar kullanıldı. Zaten birçok farklı etnik ve dini kimlik barındıran Osmanlı’da asli unsur olan Müslüman tebaanın dinsel ve kültürel asimilasyonuna sıra gelmeden Osmanlı dağıldı. Bu ayrışmış milletler bağımsızlıklarını kazandıktan sonra -işin içinde ne derece dinsel çatışma unsuru bulunduğu konusu bir yana- bugün dahi tam olarak çözemediğimiz sorunların ortaya çıkmasına neden oldular. Yakın geçmişteki komşuluklar unutuldu, uzak geçmişteki düşmanlıklar hatırlandı…

Cumhuriyet Döneminde Misyonerlik Faaliyetleri:

Osmanlının dağılmasından sonra Cumhuriyet döneminde Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşananların ve o zamanların trendinin etkisi ile üniform veya üniform olmaya doğru giden bir toplum yapısı ortaya çıktı. Zamanın yönetiminin haklı milli ve laik disiplini de mevcut durumu güçlendiriyordu.

Osmanlı’nın son dönemlerinde özellikle eğitim alanında altyapılarını fazlasıyla tamamlamış olan misyoner veya misyoner güdümü grupların statükoyu koruyarak çalışmalarına devam etmek niyetinde oldukları söylenebilir.

Ancak 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen tevhid-i tedrisat kanunu ve peşinden gelen tedrici keskin uygulamalar bu çalışmaları büyük sekteye uğratmıştır.

Örneğin o dönemdeki gayr-ı Müslim eğitim kurumlarına uygulanan bazı yaptırımlar şöyle sıralanabilir:

· Gayr-ı Müslim kolejlerinin binalarının onarımının engellenmesi

· Yeni okul açma veya okul genişletme yasağı

· Okutulacak kitapların ve müfredatın MEB tarafından denetlenmesi

· Yönetici ve öğretmenlerin MEB tarafından denetlenmesi.

· Milli kültürün korunması amacıyla Türkçe, Türk tarih ve coğrafyası ve yurt bilgisi derslerinin Türk öğretmenler tarafından Türkçe olarak okutulması.

· Türk öğretmenlerin MEB tarafından atanması.

· Yabancı müdür yanında, Türk müdür yardımcısının bulundurulması.

· İlkokul çağına gelmiş Türk öğrencilerin sadece Türk okullarına gitmesi (1931).

Bu sıkı denetim ve uygulamalara riayet göstermeyen pek çok yabancı okul kapatılmıştır. Bu kapsamda 1924 yılı Nisanında 40’a yakın İtalyan ve Fransız Okulu kapatılmıştır. Kapatılan okulların kapatılma gerekçesi ise çoğunlukla Türkçe derslerinin uygun bir şekilde verilmemesi, Türk öğrencilerin Pazar Ayinlerine götürülmesi gibi gerekçeleridir.

Ancak isimleri aşağıda yazılı bazı okullar bu dönemde de varlıklarını koruyabilmişlerdir:

St. Joseph (Fransız-orta öğretim)

St. Benoit (Fransız-orta öğretim)

Notre Dame de Sion (Fransız-orta öğretim)

Robert Koleji (Amerikan-lise)

Bu sert uygulamaların etkisiyle misyonerlik çalışmaları da farklı tekniklere yönelmek durumunda kaldı. Kurumsal yollarla faaliyet yapma şansı biten bu kurumlar kişisel ilişkiler ve diğer örtülü yöntemlerle çalışmalarını sürdürdüler.

Yine misyonerlik kaynaklarında Türkiye’de yapılacak çalışmalar için: Türklerin arasına katılmak, onların sempatilerini kazanmak suretiyle, tebliğin sosyal yollarla ve dini olduğu belli ettirilmeden (hastane, çocuk bakımı vb. yollarla) “laik” yollarla yapılmasını öngörülür.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarından uzun bir süre sonraya değin durum bu şekilde seyretmiştir. Ancak günümüz ve yakın geçmişimizdeki devrim nitelikli değişimler misyonerlik çalışmalarının çehresinin ve stratejisini değiştirecektir.

10 ve 40. enlemler:

Yazımızın başında bahsettiğimiz üzere misyonerlik faaliyetleri 20. yüzyılın son çeyreğine kadar Latin Amerika, Doğu Avrupa bloğu ülkeleri ve Afrika’yı kapsamaktaydı. Ancak 70’li yıllarda durum değişmeye başladı. Misyonerler çalışmalarını meşhur 10. enlem ile 40. enlem arasına çekmeye karar verdiler. Misyonerlik tarihinde artık anahtar kelime haline gelmiş 10. ve 40. enlemler arasında dünyanın tabiri caizse gayr-ı Hıristiyan? (Hıristiyan olmayan) nüfusunun %97’si yaşıyordu. Pek tabii ki bu bölgenin büyük çoğunluğu Müslümanlardı. Daha evvel de bu bölgede çalışmış ancak başarılı olmamış misyonerler 1970’lere değin bu bölgedeki Yahudi ve Hıristiyan azınlıklarla ilgilenmekteydiler. 1. ve 2. dünya savaşının gerçek tesirlerinin görülmeye başladığı, yozlaşma ve yabancılaşmanın ekonomik geriliklerin de etkisi ile yavaş yavaş yayılmaya başladığı Ortadoğu misyonerlerin istediği kıvama gelmişti. Bunun yanında bu bölgelerin jeostratejik önemi ve tarihsel nostaljisi global hegemonyanın emperyal tutkuları yine uyanmıştı. Bu şartlar altında 70’li yıllarda misyonerler çalışmalarını 10 ve 40 enlemler arasında yoğunlaştırmaya karar verdiler. Asimilasyon sıra bu kez Hıristiyan kaynaklarda Sarazenler olarak geçen savaşçı Müslümanlardaydı…

70’li yıllarda başlayan çalışma sürecinin sonucu: Cezayir’de 1979 yılında 1.200 olan Hıristiyan sayısının 1999’da 12.000’e ve Türkiye’de tahminen 1500 evanjelik Hıristiyan’ın ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Günümüzde Misyonerlik Faaliyetleri:

Kitle iletişim araçlarının yayılması ve uluslar arası ilişkilerin eskiye nazaran daha fazla yoğunlaşması misyonerlik kavramının dünya kamuoyunca daha iyi bilinmesine ve dolayısıyla daha fazla tartışılmasına yol açmıştır. Bir önceki yazımızda bahsettiğimiz gibi misyonerlik müessesinin tartışmalı bağları ve emperyalizmle birlikte anılır olunması misyonerliği deşifre etmiştir. Bu durumu misyonerler de doğal olarak bildiklerinden, çalışmaları ile ilgili kavramlarda yumuşatmalar yapmışlardır. Artık kulağa hoş gelmeyen misyonerlik kelimesi yerine evanjelizasyon kelimesi kullanılır olmuş, evanjelize olmuşlar kendi aralarında birbirlerini kastederken imanlı der olmuşlardır. Hakeza Arapça olarak hazırlanan kaynaklarda misyonerlikle ilgili olarak zorlayıcılık çağrıştıran tensir kelimesi yerine, daha yumuşak ve paylaşmayı çağrıştırıcı tebşir kelimesi kullanılmaktadır.

Kitle iletişiminde en büyük devrim olan Internet’in çıkması da bu sürece çeşitli katkılarda bulunmuştur. Misyonerler basılı medyaya göre daha özgür ve daha kolay ulaşılabilir olan internet sayfalarında da evanjelik çalışmalarını sürdürmektedirler. Bu sayfalarda İncil’den pasajların yanında “Nasıl Hıristiyan oldum” öyküleri, bazen aşikâre bazen üstü kapalı olarak diğer dinlere (özellikle muhatap olunan kitlenin dinine) yapılan negatif atıflar ve küçük saldırılar içeren yazılar, Kuran-ı Kerim’den? Ve İncil’den yorumsuz karşılaştırmalar bulunmaktadır. Ücretsiz İnciller ve İsa Mesih (Hz. İsa) CD’leri için başvuru formlarının da bulunduğu bu sayfalar sürekli olarak dikkat çekmektedir.

Misyonerlikteki contextualisation (kültüre uyarlama) yöntemi de kitle iletişim araçları ve internet yoluyla ciddi bir şekilde uygulanmaktadır. Hatta Kürtçe İnciller ve İsa Mesih Hayatını anlatan CD’ler ücretsiz olarak dağıtılmaktadır. İncillerin çoğunun ilk sayfalarında yazan “dünyada en çok okunan kitap” ibaresi de bundan olsa gerek nitekim İncilin çevrilmediği dünya dili yok gibidir. (Türk dil kurumu sözlüğüne göre dünyada 2796 dil olduğunu da hatırlatmakta fayda var.)

Sadece internette değil kısa dalga radyo kanallarında (SW) da sürekli olarak muhtelif dillerde İncil dersleri verilmektedir.

Onlarınki misyonerlikte bizimkisi…

Dünya üzerinde Agnostik sır dinleri ile paganizm dinleri dışında hiçbir din içine kapanık değildir. Bir anlamda bu dinler bile küçük çaplı da olsa yayılmacılık anlayışına sahiptirler, din olmanın doğal sonucu olarak da yayılmacı olmak zorundadırlar da. En kötü ihtimalle nesilden nesile bile olsa dinler bir şekilde genişler, yayılır. Ancak bir dinin teori ve pratiğindeki makulluk ve her zaman ve coğrafyada insan ve toplum problemlerine getirdiği çözümler ve esnekliği o dinin yayılımını büyük ölçüde etkiler. Pek tabii siyasal güç de büyük bir etkendir ancak bunun her zaman böyle olmadığını Osmanlı örneğinden görmekteyiz siyasi gücü ve fethettiği coğrafyaya oranla Müslümanlaştırdığı kitle çok düşüktür. Bunda Osmanlı’nın kültürel ve dinsel özgürlükler politikası (hoşgörü politikası) büyük etkendir.

Dinin tatbik şekli ve bunun sonuçları o dinin teorisi hakkında her zaman gerçekçi fikirler vermez. Buna göre bir dinin yayılım politikasını da birebir o dinin teorisine bağlamak doğru olmayacaktır. Dolayısıyla herhangi bir tarihte herhangi bir dine mensup kişilerin hatalarını salt o dine bağlamak doğru olmaz. Bu putperestlik için bile geçerlidir. Bunun aksi şeklinde bir yorum, 11 Eylül saldırılarını veya Irak’taki beheading vakalarını (kafa kesme) İslamiyet’e atfeder.

11 Eylül olayını 3. dünyanın haykırışı olarak nitelendirenlere hak vermekle birlikte bu olayı tasvip etmek mümkün değildir. Konumuz dışına çıkmadan bu olayın İslamiyet’e vurduğu en hafif darbe, misyonerlere “İşte İslam dediğiniz budur” dedirtmesidir. Yine bu obsesyon kullanılarak hala sürmekte olan anti-İslam cereyanı ile birçok coğrafyada misyonerlik anlamında başarıya ulaşılmıştır.

Gelelim İslami tebliğ ile İsevi evanjelizmin farkına/benzerliğine. Bu tartışması çok uzun süren meşakkatli bir konudur. Birçok farklı sosyal unsuru içinde barındıran bir yapı olarak din kendi tarihinde bu farklılıkların arka bahçesi olan karanlık noktalar barındırır, bahsettiğimiz üzere bunu salt o dine atfetmek doğru olmayacaktır. Yine dini tarihteki bu karanlık noktaların takıntılaştırılması da tabir-i avam ile “Sizin dedeniz böyle yaptı, biz de böyle yapacağız” şeklindeki ilkel bir anlayıştır. Buna göre bugün için İslam dinine mensup cemaat, kişi veya grupların organize veya bireysel olarak yaptıkları İslamı yayma çalışması ile misyonerlerin yaptıkların Hıristiyanlığı yayma çalışması tarihsel kökenlerinden önce etik olarak değerlendirilmelidir. Böylece şuna benzer bir prensip ortaya koymak mümkündür: “Bütün insanlar tıpkı diğer değerlerinde olduğu gibi dünyanın her yerinde dinlerini tanıtma hakkına sahiptirler ancak yine tıpkı diğer değerlerinde olduğu gibi aleni veya gizlice zorlama, propaganda, özel olarak ayartma hakkına sahip olamazlar.” Şimdi hiçbir misyoner bu prensibi uyguladığını iddia edemez nitekim pasif davet ile bir ülkede 20 yılda 10.000’ler civarında insan durup dururken en derin değeri olan dinini değiştirmez. İşte açık örneği: Açık bir dini yayılma çabası bulunmayan Yahudilik içine kapalı bir din de değildir, Yahudilik hakkında da en az Hristiyanlık kadar eser basılmaktadır. Ancak kimse tabiri caizse; aklen kolundan tutularak zorla Yahudi yapılmadığından Türkiye’de Yahudiliğe geçen yoktur veya çok çok azdır.

Kaldı ki misyonerliğin amacı masum bir din yayma çabası olarak değerlendirilemez artık. Türkiye’de Bahailik, Kadıyanilik gibi sonradan çıkmış dinsel cereyanları da yayanlar vardır ancak bunlardan hiç biri evanjelistler kadar eleştiri almamaktadır. Evanjelizmin eleştirilen tarafı pek tabii ki kültürel emperyalizmidir.

Klasik soru: Ne yapmalı?

Tarih bir gerçeği göstermiştir bizlere: Milli ve dini değerlerini benimsemiş halklar dış kaynaklı hiçbir asimilasyon politikadan etkilenmezler. Mili ve dini değerleri “bundan başka doğru yoktur” anlayışından ziyade “bizim değerimiz budur” zihniyeti ile yorumlayarak her değerin toplumu ayakta tutan bir kolon olduğunu kabul etmeliyiz. Toplumsal değerler yalnızca övülerek ayakta durmaz, ancak yerilerek yıkılabilir. Bu değerlerin ayakta kalabilmesi için en azından eğitimde, medyada, gündelik yaşamda bu toplumsal değerlere atıflar yapılmalıdır. Bu işin zorlama ile de yapılmayacağını da Taliban örneğinden gördük.

Tıpkı bazı yabancı kelimelerin dilimize girmesini önleyemediğimiz gibi, toplumsal değerleri de dış etkenlerden koruyamayız, ancak özümsememiz mümkündür. ( C ile yazılmadığı müddetçe Kola kelimesine karşı değilim ?) Bu özümseme de dıştan gelen etkiyi kendi dünya görüşümüze uyarlamakla olur.

Misyonerlik karşıtlığı Hıristiyanlık düşmanlığı değildir:

Kişinin veya toplumun kendi dininden başka bir dine karşı düşmanlığı tasvip edilemez. Tasvip edilse bile bu felsefe bir devlet politikası olarak varlığını sürdürecek mantıklılığa sahip değildir.

Şimdi şu soruları duyar gibi oluyorum: “Hak din varken neden batıl dini yaşıyorlar.” İslamiyet’teki hak batıl kavramını tartışmak bu yazının amacını da kapsamını da aşar. Ancak bu soruya sıkça verdiğim bir cevabi paradoks vardır:

Budist olduğunuzu ve sonuçta sadece bir metal olduğunu bildiğiniz Buda heykeline tapındığınızı düşünelim, dindar bir ailede geliyorsunuz, babanız sağ ve sürekli olarak birlikte mabedinize gidiyorsunuz. Bir dostunuz sizi sürekli olarak İslam’a davet ediyor. Babanız ise İslamiyet için: “Hiç olmazsa biz metale tapıyoruz onlarsa namaz dedikleri hareketle boşluğa tapıyorlar bu ne biçim din? ” diyor. Dürüst olalım bir Budist olarak Müslümanlığı kabul eder miydiniz? Biz boşluğa tapmıyoruz Allah’a tapıyoruz diyen çıkabilir. Elbette öyle, ama Budist kardeşimiz de babasından öğrendiğini söyleyerek biz metale tapmıyoruz, Buda’ya tapıyoruz diyecektir.

Cevap hazır; İslamiyet en son din diyeceğiz. İyi de şu anda dünyada Muhammed (a.s)’nin dininden sonraki din bizim dinimiz diyen bir sürü yeni din var ki bizim Hıristiyanlık ve Yahudiliğe atfettiğimiz hükmü kalkmıştır ifadesini İslam için kullanıyorlar. Zaten bir dini gelenek olarak bütün dinler bir öncekilerini tasdik etmekle birlikte hükmünün kalktığını veya kendi dinlerinin tamamlayıcı olduğunu iddia ederken, kendinden sonraki dinleri sonradan çıkma diye nitelendirirler.

Bütün bu beyin jimnastiğimiz en sonunda dünya dinleri resminin bütününe baktığımızda hepsine karşı rasyonel bir hoşgörü anlayışına sahip olmamız gerektiğini bunun başka türlüsünün olamayacağını ortaya koyar. Buna göre birey dinini seçmekte özgürdür, ancak diğer bireyler de dinlerini “belirli bir çerçeve dâhilinde” tebliğ etmekte özgürdür. Hakeza birey kendi dini dışındaki din(ler)i hükümsüz olarak da görebilir ancak bunu diğer dinlere karşı propagandalaştırma veya saldırı malzemesi olarak kullanma hakkına sahip değildir. Bu manada Hıristiyanlık dinine ve Hıristiyanlara bu yazı dâhilinde söylenecek söz yoktur ancak misyonerler bu kapsamın dışındadırlar. Onlar hangi dinden olurlarsa olsun, dinler arası sınırları yıkan, böylece dinler arası barışı da zedeleyen insanlardır veya biz onları öyle bilmekteyiz. Öyle değillerse neden öyle biliniyorlar?

Sonuç:

Sizin dininiz size benim dinim banadır. (Kafirun Suresi: 6)

Suat ATAN

Gürpınar/VAN

04.09.05-Pazar